Darwinizmin kirli tarihi

19. yüzyılın ortasında Charles Darwin tarafından ortaya atılan evrim teorisine göre hayat tek bir hücrenin tesadüfen oluşmasıyla başlamış, bu hücrenin zaman içinde gelişmesiyle bugünkü canlılar alemi oluşmuştu.

Bu iddialı teori, ortaya atıldığı yıllarda birçok çevre tarafından ilgi odağı oldu.Ancak gelişen teknoloji, modern tıp ve biyoloji vesilesi ile insan vücudundaki sırlar çözüldükçe evrim bir teoriden çıkıp içinden çıkılması imkansız bir karmaşaya dönmekte. Darwin’in ilk iddialarından bu yana 130 yıl geçti. O tarihte genetik, biomatematik, mikrobiyoloji gibi bilim dalları yoktu. Dahası Darwin’in canlı hücrelerindeki DNA’dan bile haberi yoktu. Ortaya attığı varsayımlar sözkonusu bilim dalları geliştikçe büyük açmazlarla karşılaştı.

Evrimin her geçen gün yenileriyle karşılaştığı bu açmazları çözememesinin temel nedeni şudur: Canlılık, hayatın yapıtaşı olan proteinden, en üst düzeyi olan insan bedenine kadar, sayısı sonsuza yakın hassas denge üzerine kuruludur. Bilinçli bir Yaratıcı’nın varlığı kabul etmeyen evrim torisi ise, tüm bu dengelerin bir bilinç olmadan nasıl kurulduğu ve korunduğu sorusuna, “tesadüf”ten başka bir açıklama meydana getirememektedir.

Oysa sözünü ettiğimiz dengeler o denli hassas ve sayı olarak da o kadar çokturlar ki, bunların “tesadüfen” oluştuklarını ileri sürmek, hiç bir şekilde akıl ve sağduyu ile bağdaşmamaktadır. Canlılığı oluşturan milyonlarca faktörden yalnızca birisinin, örneğin canlı hücrelerinin temel malzemesi olan proteinin “tesadüfen” oluşma ihtimali, pratikte sıfırdır. Çünkü bir protein, 20 ayrı çeşitte ve ortalama 1000-1500 sayıdaki aminoasidin belirli bir dizilime uygun olarak birbirine eklenmesi ile oluşur. Bu dizilim içinde yapılacak tek bir hata, proteini işe yaramaz kılacaktır. Böyle bir dizilimin “tesadüfen” oluştuğunu öne sürmek ise, tek kelimeyle akıl dışıdır.Evrimin önde gelen savunucularından Rus bilgini A. I. Oparin, “Origin of Life-Hayatın Kökeni” isimli kitabında, bu imkansızlığı şöyle itiraf eder:

 

“Her biri belirli şekillerde ve kendisine has bir tazda dizilmiş bulunan binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu ihtiva eden bu maddelerin (proteinlerin) en basiti bile son derece kompleks bir yapı arz etmektedir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil’in ünlü “Aeneid” şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir.”

Yerli evrimci Ali Demirsoy ise “Kalıtım ve Evrim” adlı kitabında, bir proteinin tesadüfen oluşmasındaki imkansızlığı başka bir örnekle itiraf eder. Ona göre, yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden yalnızca birinin (Sitokrom-C’nin) tesadüfen oluşması ihtimali, “…, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır (maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek).”

Kuşkusuz böyle bir ihtimali kabul etmek, akıl ve sağduyunun en temel prensiplerini çiğnemek anlamına gelir. Ancak evrim, tam da bu akıl dışı iddiayı savunmaktadır. Kaldı ki, üstteki örnekler yalnızca tek bir proteinin tesadüfen oluşma olasılığı ile ilgili ihtimal hesaplarıdır. Oysa evrimin sözünü ettiği sürecin oluşması için, daha bunun gibi milyonlarca “imkansız tesadüfün” birbiri ardına gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Evrim, bu imkansızlıkları gözü kapalı bir biçimde kabul etmenin diğer adıdır.Bu noktada sormak gerekir: Peki acaba neden evrimciler bu akılalmaz derecedeki saçma iddiayı ısrarla savunmakta, dahası sahip oldukları medya organları aracılığıyla bu yalanı topluma empoze etmektedirler?Az önce “daktilo kullanan maymun” konusunda verdiği örneğini aktardığımız bilim adamı, bu konuda da ilginç açıklamalar yapmaktadır:

 

“Bir Sitokrom-C’nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.” (Age, s. 61)

Bu satırlardan anlıyoruz ki; evrim, gerçekte somut bilimsel bulgulara dayanan bir teori değildir. Aksine, bu teori mantıksal bir kurguyla üretilmiş ve sonra da bilimsel gerçeklere rağmen kabul ettirilmeye çalışılan bir tabuya dönüşmüştür. Yine üstteki satırlardan anladığımız üzere, tüm bu çabanın bir de “amacı” vardır ve daha da önemlisi, bu amaç, Yaratımızın tüm canlıları var ettiğini inkar etmeyi zorunlu kılmaktadır.Bu durum bize Evrim Teorisinin gerçek misyonunu gösterir: Teori, gerçeği ortaya çıkarmak için değil, çarpıtmak için ortaya atılmıştır ve en büyük hedefi de dini inançların yok edilmesidir.Peki acaba neden? Dini inançların yok edilmesi, kimlerin çıkarıdır ki, bu amaç uğruna bu denli büyük bir yalan oluşturmuşlar ve kitlelerin zihnine enjekte etmişlerdir?

Bu sorunun cevabı bulmak için, Darwinizm’in tarihine bakmak gerekmektedir.

Charles Darwin’in Hikayesi

H. M. S. Beagle gemisi, Atlas Okyanusu’nun derin sularında hızla ilerliyordu. Gemi sıradan bir yük ya da yolcu gemisi görünümündeydi, ama çıktığı yolculuk yıllar sürecek uzun bir keşif gezisi niteliğindeydi. İngiltere’den yola çıktıktan sonra tüm okyanusu kat edecek ve Güney Amerika sahillerine varacaktı.Yıl 1832’ydi. O zamanlar hemen hiç kimse için çok büyük bir anlam ifade etmeyen Beagle gemisinin 5 yıllık uzun yolculuğu başlıyordu.

Gemiyi daha sonra çok ünlü yapacak olan şey ise, üzerindeki bir yolcuydu. Charles Robert Darwin adında 22 yaşındaki genç bir doğa araştırmacısıydı bu. Aslında öğrenimini biyoloji değil din üzerine yapmış, Cambridge Üniversitesi’nde teoloji okumuştu. Genç adam, böyle bir din eğitimi görmüştü, ama öte yandan içinde yaşadığı yüzyıldaki pozitivist düşüncelerden de çokça etkilenmişti. Nitekim Beagle yolculuğuna çıkmadan bir yıl önce de, Hıristiyan inancının bazı temellerinden kesin olarak vazgeçmişti. Çünkü o sıralar özellikle biyolojiye merak sarmıştı ve karşılaştığı “paradigma”, dini inançlarla hiç bir biçimde uyuşmuyordu.

Erasmus Dede

Genç Charles Darwin’i din-dışı ve hatta din-karşıtı yapan en önemli etken, dedesi Erasmus Darwin’di. Erasmus Darwin, torunu Charles’ın Beagle’a bindiği sırada hayata çoktan gözlerini kapamıştı. Ancak genç Charles, dedesinin fikirlerini küçüklüğünden beridir dinler ve bunlardan şiddetle etkilenirdi.Erasmus Darwin’in en önemli özelliği ise, İngiltere’in en önde gelen bir kaç “natüralist”inden biri olmasıydı. Natüralizm, evrenin varlığının özünün doğada olduğuna inanan, metafizik bir Yaratıcı kabul etmeyen ve bizzat doğayı Yaratıcı sayan düşünce akımıydı. 19. yüzyıla egemen olan materyalist düşüncenin varyantlarından biriydi bir başka deyişle.

Erasmus Darwin’in natüralist çalışmaları, Charles Darwin’e yol gösterecek nitelikteydi. “Erasmus dede”, torununun önüne hem ideolojik hem de örgütsel bir miras bırakmıştı. Bir yandan kurduğu sekiz dönümlük botanik bahçede yaptığı araştırmalarla Darwinizm’e temel teşkil edecek argümanları geliştirmiş ve bunları The Temple of Nature (Doğa Tapınağı) ve Zoonomia adlı kitaplarında toplamıştı. Öte yandan da 1784 yılında, bu fikirlerin yayılmasına öncülük edecek bir dernek kurmuştu: Philosophical Society. Nitekim gerçekten de Philosophical Society, onyıllar sonra Charles Darwin tarafından ortaya atılan kuramın en büyük ve ateşli destekçilerinden biri olacaktı.

Kısacası, Charles Darwin’in gördüğü teoloji öğrenimine rağmen hızla dini inançlarını yitirerek materyalist-natüralist “taraf”a geçmesinde ve sonra da o taraf adına büyük bir misyon yüklenerek The Origin of Species’ı yayınlamasındaki en önemli etkendi Erasmus Darwin. Torunu Charles Darwin’in misyonunu belirleyen kişi, herkesten önce oydu.

Ve Erasmus Darwin’in çok önemli bir özelliği daha vardı; 19. yüzyılda zirveye ulaşan din aleyhtarı pozitivist felsefenin öncüsü olan mason örgütünün bir temsilcisiydi. Dede Darwin, İskoçya Edinburgh’daki ünlü Canongate Kilwining locasının üstadlarından biriydi. Dahası, Fransa’daki Jakoben masonlarla ve din düşmanlığını bir numaralı görev haline getiren masonik İlüminati örgütüyle de bağlantısı vardı. Erasmus, oğlu Robert’ı da (Charles Darwin’in babası) kendisi gibi yetiştirmiş ve mason localarına üye yapmıştı. Bu nedenle Charles Darwin, hem dede, hem de baba tarafından masonik bir miras devralacaktı.

Natüralizm’e Taze Kan

Charles Darwin, Beagle gemisi ile yaptığı ve beş yıl süren yolculuk boyunca, o zamana dek Batılı biyologlar için yabancı olan canlıları inceleme fırsatını buldu. Özellikle de Ekvator açıklarındaki Galapagos Adaları’ndaki gözlemleri, onun için son derece önemliydi. Adalarda yaşayan ispinozların gagalarındaki farklılıklar onu çok etkilemişti. 18 farklı gaga saymıştı. Ve bu noktadan yola çıkarak, bu ispinozların, içinde yaşadıkları ortama göre “evrimleşmiş” oldukları düşüncesine vardı. Kuşlar, yedikleri besinlere uygun gagalar geliştirmişlerdi ona göre. Buna karşın, “Tanrı’nın bu kadar farklı gagalar yaratmış olduğu” düşüncesini bir türlü kabullenemiyordu.

Oysa, Darwin’in tercihi, psikolojik bir tercihti. Hayvanlardaki çeşitliliği, Yaratıcı’nın yaratışındaki mükemmellik olarak yorumlamayı engelleyen hiç bir mantıksal dayanak yoktu.Darwin’i etkisi altına alan ve onu karşılaştığı canlılara yaratılmışlık temelinden farklı bir açıklamaya zorlayan düşünce akımı ise, 19. yüzyılın din-dışı atmosferinin en önemli ürünlerinden biri olan Natüralizm’di. Natüralizm, az önce değindiğimiz gibi, doğadan ve duygularla algılanan dünyadan başka bir gerçeklik tanımayan düşünce akımıydı. Doğa, kendi kendisinin yaratıcısı ve hakimi olarak düşünülüyordu. “Tabiat ana” gibi kavramlar, ya da “doğa insana şu yeteneği vermiş, doğa kadını böyle yaratmış” gibi klişeleşmiş laflar, bu Natüralizm akımının toplum zihnine yerleştirdiği önkabullerin birer sonucudurlar.

Natüralizmi besleyen en önemli entelektüel çevre ise tanıdık bir örgüttü: Masonluk. Bu gerçek, Papa XIII. Leo’nun masonluğu hedef alan 1884 tarihli ünlü Humanum Genus adlı fermanında özellikle vurgulanıyordu. “Zamanımızda Masonluk isimli, çok yaygın ve kuvvetli bir örgüte sahip bir derneğin desteği ve yardımıyla, karanlık kuvvetlere tapanlar olağanüstü bir gayret içinde birleşmiş durumdalar. Bunlar artık niyetlerini gizleme ihtiyacı duymadan Allah’ın yüksek varlığı ile mücadele etmektedirler” diyen Papa, örgütün natüralizmle olan ilişkisini de şöyle açıklıyordu:

“Masonların istekleri ve bütün çabaları aynı amaca yönelmektedir: Hıristiyanlığın gereği olan her türlü sosyal ve dini disiplini tamamen yıkmak ve yerine prensiplerini natüralizmden alan ve kendi fikirlerine göre şekillenmiş yeni kuralları oturtmak”.

İşte bu natüralizm akımına en büyük katkıyı yapan kişi Charles Darwin’di. Natüralizm’in en önemli açığına el atmıştı. Natüralistler doğadaki mükemmelliğe hayrandılar, ama bunun nasıl oluştuğu sorusuna tatminkar bir cevap vermekte zorlanıyorlardı. Pozitivist yöntemi benimsedikleri, yani yalnızca deney ve gözlem yoluyla varlığına ulaşılabilen kavramlara inandıkları için, doğayı var eden Yaratıcı’yı (yani Allah) ısrarla reddediyorlardı. Bu, doğanın kendisinin Yaratıcı yani “ilah” olarak kabul edilmesi demekti!Oysa bir şeyin kendi kendisini yaratması mantığa tümüyle aykırıydı. Çünkü yaratılma, bir zamanlar yok olan bir şeyin bir zaman var hale gelmesi demekti. Ve hiç bir şey, var olmadığı zaman bir şeyi var edemez, dolayısıyla kendisini de yaratamazdı.

“Türlerin Kökeni”

Darwinizm, açıkça ortada olan bu gerçeğe meydan okumaya çalıştı. Doğanın kendi kendisini var ettiği iddiasına sözde bir temel oluşturdu. Beagle yolculuğuna çıkışından 27 yıl sonra, 1859’da, The Origin Of Species By Means Of Natural Selection Or The Preservation Of Favored Races In The Struggle For Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) adlı ünlü kitabını yazdı. Kitapta, tüm canlıların, doğal seleksiyon yoluyla tek bir hücreden evrimleşerek bugüne kadar geldikleri savunuluyordu.

Doğal seleksiyon, zayıf olan bireylerin yaşam mücadelesi içinde ayıklandıklarını, geriye kalan kuvvetlilerin nesli devam ettirdiklerini ve böylece o canlı türünün geliştiğini kabul ediyordu. Bunda yanlış bir şey yoktu belki, ama bunun Darwin’e kazandırdığı bir şey de yoktu. Çünkü doğal seleksiyon, sadece atların daha güçlü atlar olmasını, köpekbalıklarının daha iyi yüzen köpekbalıkları haline gelmesini, kartalların daha iyi uçan kartallara dönüşmelerini sağlayabilirdi. Kısacası, türlerin kalitelileşmesine yarayabilirdi. Ama Darwin’in kitabının adı olan “türlerin kökeni”, doğal seleksiyonla hiç bir şekilde açıklanamıyordu. Çünkü doğal seleksiyon atları kuşa çevirmez, köpekbalıklarını da file dönüştüremezdi. Bu türler, ayrı ayrı yaratılmışlardı ve doğal seleksiyon, sadece bu türleri içindeki “çürük”leri ayıklarak türün mükemmel kalmasına yarayabilirdi.

Kısacası, Darwin’in fiyaskosu daha kitabına koyduğu isimle birlikte başlamıştı; “Türlerin Kökeni”nden söz etmesine rağmen, bu “köken”i açıklayabilecek tek bir somut mekanizma ortaya koyamamıştı.Ancak Darwin zamanındaki biyoloji bilgisinin kıtlığı yüzünden bu durumu pek kimse farkedemedi. Zaman ilerledikçe bulunan yeni bilimsel gerçekler, özellikle de DNA ve onunla ilgilenen genetik bilimi, Darwin’in ne denli tutarsız bir teori ortaya attığını gösterecek, ama bunlar ustaca gizlenecekti. Darwin’in yazdıkları da revizyona uğrayacaktı. Örneğin Origin of Species’in ilk baskısında, türlerin arasındaki kesin genetik ayrımlardan habersiz olan Darwin şöyle yazmıştı:

 

“Ayı neslinin bir kısmının giderek daha fazla suda yaşayan hayvanlarla beslendiğini, böylece giderek daha büyük ağızlara sahip olduğunu ve sonunda bazı ayıların balinalara dönüştüğüne inanıyorum ve bunda da hiç bir güçlük görmüyorum”.

Darwin’in bu “inci”si, zekice bir manevra ile kitabın sonraki baskılarından çıkarıldı.

Darwin’in Destekçileri

Darwin’in teorisi, ne denli tutarsız olursa olsun, natüralizm’in ve geniş anlamda da seküler dünyanın büyük bir açığına çare olduğu için büyük ilgi gördü. Bir grup bilim adamı, Darwin’in gönüllü propagandistleri haline geldiler. Bunların en önde geleni ise, o zamanlar kendisine “Darwin’in çoban köpeği” sıfatı bile yakıştırılan Thomas Huxley’di. “Darwinizm’in yayılmasındaki tartışılmaz en önemli faktör” sayılan Huxley, 1860 yılında Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce ile giriştiği Oxford Tartışmasıyla tüm dünyanın dikkatini evrim konusuna çekmişti.

Huxley’in kendisini evrimi yaymaya bu denli adaması, onun “örgütsel bağlantı”ları ile bir arada düşünüldüğünde ortaya ilginç bir tablo çıkıyordu: Huxley, İngiltere’nin en önemli bilim kurumlarından biri olan Royal Society’nin bir üyesiydi ve bu kurumun neredeyse tüm diğer üyeleri gibi kıdemli bir masondu. Nitekim Royal Society’nin diğer üyeleri de, hem kitabını yayınlamadan önce hem de yayınladıktan sonra Darwin’e büyük destek ve katkılarda bulunmuşlardı. Bu masonik kurum, Darwin’i ve Darwinizm’i o denli sahiplendi ki, bir süre sonra, aynı Nobel ödülleri gibi, her yıl başarılı bulduğu bilim adamlarına “Darwin madalyası” hediye etmeye başladı.

Darwin, misyonuna tek başına soyunmamıştı bir başka deyişle. Avrupa’da dine karşı yürütülen savaşın en önemli beyinlerinden biri olan mason örgütü, ilk ortaya çıktığı günden itibaren onu kararlı bir biçimde destekledi. İlk ortaya atıldığı zamanlarda çoğu kimsenin gülüp geçtiği evrim teorisi, bu ideolojik destek sayesinde bir kaç on yılda büyük bir popülarite kazandı.Bu ideolojik faktör nedeniyle, ilerleyen biyolojinin Darwinizm’i yalanlaması, Darwin’in izleyicilerini yollarından döndürmedi. Dahası, biyoloji bilimi de bundan sonra zaten Darwinizm’i onaylayacak şekilde geliştirilmeye çalışıldı. Hatta yalnızca biyoloji değil, onunla bağlantılı olan jeoloji bile.

Natüralizm’in yalan yöntemiyle de olsa doğrulanması son derece önemliydi, çünkü bunun kaçınılmaz bazı sosyo-politik sonuçları olacaktı. Dini otoriteye karşı savaşarak kurulmuş olan seküler Avrupa düzeni, kendi oluşturduğu birey ve toplum modelini doğaya uyarlamış ve doğayı bu modelle açıklamış oluyordu. Daha sonra da buna dayanarak “bakın bizim düzenimiz doğanın da düzenidir, son derece tabii ve ‘eşyanın tabiatı’na uygundur” diyecekti.

İspatlamak İçin Katliam

Darwin’in Origin of Species ve Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı kitaplarının yayınlanmasından sonra, bu teoriye destek olacak fosillerin aranması yönünde yoğun bir kampanya başlatıldı. Arkeologlar, “ara geçiş formu” denilen hayali yaratıkların fosillerini aramak için kolları sıvadılar. Onyıllar boyu dünyanın dört bir yanını kazdılar fakat hiç bir tatmin edici sonuca varamadılar. Bu fiyasko, evrimcileri Piltdown Adamı sahtekarlığına yöneltti. İngiliz biyolog, Charles Dawson, 1912 yılında bir insan kafatasına orangutan çenesi monte etti ve bunu insan ile maymun arasındaki en önemli ara geçit formu olarak sundu. Evrimin en büyük delili olarak British Museum’da sergilenen Piltdown Adamı’nın bir sahtekarlık olduğu ancak 37 yıl sonra anlaşılacak, ama evrimciler daha sofistike sahtekarlık yöntemleri geliştireceklerdi.

Fakat bu arada, bazı evrimciler de, “yaşayan fosiller”in var olabileceğini düşünüyorlardı. İnsan eğer maymundan türemişse, dünyanın bazı köşelerinde hala bu evrim sürecini tamamlamamış yarı-insanlar yaşıyor olabilir, diye umuyorlardı. 1800’lü yılların sonuna doğru da aradıkları kurbanları buldular. Tasmanya’da yaşayan Aborijin yerlileri, “evrimin yaşayan delilleri” olarak belirlendiler.

Aborijinlerin kaş çıkıntılarının Batılı ırklardan biraz daha büyük, alt çenelerinin de biraz daha ağır olması, bu insanların “ara geçit formu” olarak tanımlanmasına neden oldu. Evrimci arkeologlar ve onlara katılan çok sayıda “fosil avcısı” Aborijinlerin mezarlarını kazmaya ve elde ettikleri kafataslarını Batılı evrimci müzelere götürmeye başladılar. Kafatasları, bir süre sonra tüm Batılı enstitülere, okullara birer birer dağıtılmaya ve evrimin en somut kanıtları olarak sunulmaya başladılar.

Ancak bir süre sonra mezarlardaki kafatasları tükenmeye başladı. Bu durumda, fosil avcıları, kafatası avcılarına dönüşmekte tereddüt etmediler. Madem Aborijinler birer “ara geçit formu”ydular, o halde birer insan değil hayvan sayılırlardı. Bilimin ilerlemesi için de, nasıl fareler kobay olarak kullanılabiliyorsa, Aborijinlerin yaşamı da feda edilebilirdi!

Kafatası avcıları, Evrimin ispatlanması için verilen “ahlaki” meşrulaştırmaya dayanarak, Aborijinleri öldürmeye başladılar. Vurdukları yerlilerin kafatasını çıkarıyor ve kimyasal işlemlerle biraz eskittikten sonra müzelere satıyorlardı. Başından isabet almış yerlilerin kafataslarındaki kurşun deliklerini ise özenle dolduruyorlardı. Avusturalya’da yayınlanan Creation Magazine’nin yazdığına göre, Güney Galler’den gelen bir grup gözlemci, “düzinelerce erkek, kadın ve çocuğun” evrimciler adına çalışan görevliler tarafından öldürüldüğünü görerek şok yaşamışlardı. Öldürülen Aborijinlerin içinden kırkbeş tanesinin kafatası seçilmiş, etlerinden ayrılmış ve kaynatılmıştı. Bunların arasından seçilen “en iyi” on tane de İngiltere’ye yollanmak üzere paketlenmişlerdi. Aborijinlerden kalma binlerce kafatası bugün hala evrimci Smithsonian Enstitüsü’nün depolarında durmaktadır. Bu kafataslarının bir kısmı mezarları kazılan ölülere, çoğu da evrim’i ispatlamak uğruna vurulmuş olan insanlara, suçsuz erkeklere, kadınlara ve çocuklara aittir.

Evrimci vahşetin Afrikalı kurbanları da vardı. “Canlı ara geçit formu” olarak sunulmak üzere “beyaz adam”ın dünyasına götürülen Oto Benga adlı pigme bunların belki de en ünlüsüydü. Ota Benga, 1904 yılında, o zamanlar Belçika sömürgesi olan Kongo’da Samuel Verner adlı bir araştırmacı tarafından yakalanmıştı. Adı kendi dilinde “dost” anlamına gelen yerli, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi, kafese kondu, bir gemiye bindirildi ve evrimci “bilim adamları”na götürüldü. Bu bilim adamları, aynı yıl düzenlenen St. Louis Dünya Fuarı’nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak “insana en yakın ara geçit formu” olarak teşhir ettiler. İki yıl sonra ise New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’ne götürdüler ve bir kaç şempanze, Dinah adı verilen bir goril ve Dohung adı verilen bir orangutan ile birlikte “insanın eski ataları” adı altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin müdürü ve fanatik bir Evrimci olan Dr. William T. Hornaday, bu nadide “ara geçit formu”na sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış, ziyaretçiler de kafese konan Oto Benga’ya sıradan bir hayvan muamelesi yapmışlardı. Ancak Ota Benga da onlar gibi-hatta belki onlardan çok daha fazla-“insan”dı; insan olduğu için onuru vardı ve sonunda maruz kaldığı uygulamaya dayanamayarak intihar etti.

Evrim, sıradan bir bilimsel teori ya da hipotez değil de, mutlaka ispatlanması gereken bir “dünya görüşü” olduğu için, onun savunucuları bu denli büyük bir katliamı göz kırpmadan işleyebilmiş ya da onaylamışlardı. Yalanı ispatlamak mümkün olmadığı için mecbur kalmışlardı canlı insanların kafataslarını kaynatıp “geçit formu” diye insanların önüne sürmeye. Yalanı ispatlamak için, katliam bile meşruydu.Çünkü bu yalan, kurmuş oldukları tüm bir dünya düzeninin ve o düzenin farklı ideolojilerinin hepsinin temelini oluşturuyordu.

Emperyalizm, Irkçılık ve “Geri Irkların Ehlileştirilmesi”

Darwin’in Origin of Species’inin yayınlandığı dönemde, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında, “beyaz adam”ın diğer kıta ve medeniyetlere yayılışı hızla sürüyordu. Dünya en acı biçimiyle emperyalizmi yaşıyordu. Batı, ulaştığı teknolojiyi kullanarak diğer medeniyetleri yağmalıyordu.Ancak Batı, hemen her caninin yaptığı gibi, yaptıklarına meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorunda hissediyordu kendini. Peki emperyalizme meşruiyet sağlamak için ne gibi bir açıklama bulunabilirdi?

Darwinizm, işte bu noktada emperyalistlere büyük bir fırsat sundu. Darwin, insanların maymunlardan evrimleşerek bugünkü durumlarına geldiklerini söylüyordu. Dahası, Origin of Species’in uzun başlığında da vurgulandığı gibi, bu evrim süreci içinde “doğa tarafından kayırılmış ırklar” vardı. Kayırılmış ırk, “beyaz adam”dı. Kızılderililer, Afrikalılar ve diğer her türlü yerli halk ise, evrim sürecinde geri kalmış ırkları oluşturuyorlardı. Birer Homo sapiens bile değillerdi. Ve Homo sapienslerin maymunları ya da diğer hayvanları “ehlileştirmeleri” ve kullanmaları nasıl meşruysa, bu geri ırkları “ehlileştirmeleri”, onları köle olarak kullanmaları ve topraklarına el koymaları da o kadar meşruydu. Hatta, beyaz adam, kendi “ileri” kültürünü bu “geri” ırklara taşımakla, onların evrimine yardımcı olmak gibi bir iyilik bile yapıyordu.

Darwinistik evrim kuramının toplumlara uygulanması ile gelişen bu teori, “Sosyal Darwinizm” olarak adlandırıldı ve hem emperyalizmin en büyük “meşruiyet” argümanı hem de ırkçılığın en büyük dayanağı haline geldi. Hintli Antropolog Vidyarthi’ye göre, “Darwin’in ortaya attığı ‘en güçlülerin hayatta kalması’ düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam’ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.”

Darwin’in emperyalist ırkçılığa kazandırdığı bu meşruiyet nedeniyle, ünlü Çinli bilim adamı Hsu, onu “Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin’e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve ‘en güçlülerin hayatta kalması’ kuralına dayandıran ülkenin bilimsel dayanağı” diye tarif eder.

Sosyal Darwinizm, yalnızca İngiltere’deki değil, diğer ülkelerdeki emperyalistler ve ırkçılara da dayanak sağlıyordu. Bu nedenle hızla yayıldı. Teoriyi benimseyenlerin başında, ABD Başkanı Theodore Roosevelt geliyordu. Roosevelt, Kızılderililere karşı “tehcir” adı altında uygulan etnik temizlik programının en önde gelen uygulayıcı ve savunucusuydu. The Winning of the West (Batı’nın Zaferi) adlı kitabında katliamın ideolojisini kurarak, Kızılderilileri ortadan kaldıracak bir “ırksal savaş”ın kaçınılmaz olduğunu anlatmıştı. En büyük dayanağı ise, kendisine yerlileri “ilkel bir tür” olarak tanımlama şansını veren Darwinizm’di. Nitekim Roosevelt’in öngördüğü gibi o dönemde Kızılderililerle yapılan anlaşmaların hiç birine sadık kalınmadı ve buna da bu “ilkel tür” safsatası ile sözde meşruiyet sağlandı.

Sosyal Darwinizm’i kullanarak kendilerine meşruiyet sağlamaya çalışan ırkçıların arasında, zenci düşmanları da başta geliyordu. İnsan ırklarını derecelere ayıran ve en üstününü “beyaz ırk” olarak tanımlarken en “ilkeli”ni de siyah ırk olarak gösteren ırkçı teoriler, Evrim kuramına dört elle sarıldılar. Evrimci-ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, “İnsan Irklarının Evrimi” başlıklı bir makalesinde, “ortalama bir zencinin zeka yaşı, Homo sapiens türüne ait onbir yaşındaki bir çocuğun zekasına ancak ulaşabilir” diye yazıyordu. Bu mantığa göre zenciler, Homo sapiens, yani modern insan bile sayılmıyorlardı. Bu çizginin en geç savunucularından biri olan Carletoun Coon ise, 1962’de yayınladığı Origin of Races (Irkların Kökeni) adlı kitabında, siyah ırkla beyaz ırkın, henüz Homo erectus döneminde birbirinden ayrışmış iki ayrı “tür” olduğunu öne sürüyordu. Beyazlar, Coon’a göre, bu ayrışmadan sonra evrimsel olarak öne geçmişlerdi. ABD’de zencilere karşı uygulanan ayrımcılığı savunanlar, evrim teorisinin kendilerine hediye ettiği bu “bilimsel” argümanları yakın zamanlara kadar kullandılar.

Sosyal Darwinizm’in büyük popülarite kazandığı bir diğer ülke ise Almanya oldu. Bu ülkede Darwinizm temelli ırkçılığın gelişmesindeki en büyük pay sahibi, Java Adamı fosilinin bulunmasına da öncülük etmiş olan ünlü biyolog Ernst Haeckel (1834-1919) idi. Darwin’in çalışmalarından çok etkilenen Haeckel, kendi çapında Darwinizm’e “katkıda” da bulunmuş ve “Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır” (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) olarak özetlenen ve memelilerdeki embryoların evrim sürecini yansıttığını öne süren teoriyi ortaya atmıştı. (Bu teorinin çürüklüğü yıllar sonra kesin olarak anlaşıldı ve dahası Haeckel’in kullandığı şemalarda sahtekarlık yaptığı ortaya çıktı.)

Ancak “Darwinizm’in Almanya temsilcisi” sayılabilecek olan Haeckel’in etkisi büyük oldu. Haeckel, “Monist Birliği” adıyla bir dernek kurdu. Monizm, ateist materyalizmin bir versiyonuydu. Haeckel’in oluşturduğu bu atmosfer, yine aynı sonucu doğurdu: Irkçılığın temellendirilmesi. Daniel Gasman’a göre, “Haeckel, Almanya’nın ırkçılık, nasyonalizm ve emperyalizmi besleyen en önemli ideoloğu” sıfatını kazandı. Haeckel gibi evrimcilerin geride bıraktıkları miras üzerinde 20. yüzyılda ortaya çıkan iki büyük ırkçı rejim, yani faşizm ve onun bir versiyonu olan nasyonal sosyalizm, Darwinistik düşünceyi kendilerine temel aldılar.

 

 


Faşizm ve “Ulusların Arasındaki Yaşam Mücadelesi”

Emperyalist ırkçılık, insan ırklarını evrim sürecinin farklı aşamalarında yer alan “türler” olarak göstermekle, faşist ırkçılığa gerekli zemini hazırladı. Faşizm, bu ırkçı temelin üzerine bir de “türler arasında yaşam mücadelesi” ve “zayıf olanın ayıklanması” kavramlarını ekleyerek savaşları, işgalleri ve katliamları meşrulaştırmaya çalışacaktı.Alman ırkçılığının ve Nazizim’in gelişmesinde büyük bir rolü olan bu sosyal Darwinistik faşist yorum, Friedrich Nietzsche’nin Darwin’i benimsemesiyle ilk önemli adımlarından birini atmıştı. Nietzsche, insanların çoğunu “köle ahlakı”na sahip sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az bir grubun “üstün-insan” olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım, ırklar arasında da vardı; ırkların çoğu sefildi, ancak bir tanesi “üstün-ırk”tı. Bu vasıfların oluşabilmesi için de sürekli bir savaş ve mücadelenin gerekliliğine inanıyordu. Darwin’in “yaşam mücadelesi” kavramını tarihe uyarlamış ve bu savaşları, “ırkın saflaştırılması” kavramını ve aşağı ırkların “temizlenmesi” düşüncesini “bilimsel” bir temele oturtmuştu.

Savaşın, zaruri olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de, ırkların ya da milletlerin gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması, Nietzsche’den sonra, her türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel inançlarından biri haline gelecekti.

İnsanları aynı atadan gelen birer kardeş olarak gören ve savaşı da ancak kötülüklere engel olmak için başka yol kalmadığı zaman meşru sayan Katolik Avrupa düzeninden, savaşı başlı başına bir değer olarak algılayan faşizme geçiş, Darwinizm sayesinde mümkün oldu. Nitekim faşist ideolojinin kuramcılarına göz atıldığında, hepsinin Darwin’e atıfta bulundukları gözlemlenebilir.Bu ideolojik altyapı Hitler’e büyük ilham kaynağı oldu. Hitler’in “Ari ırkın üstünlüğü” ile ilgili teorilerini besleyen en önemli kaynakların başında doğal olarak yine Darwin’in teorisi geliyordu. Nazi lideri, “Ari ırkın üstünlüğü”nün “doğa” tarafından var edildiğine inanıyordu. Ünlü kitabı Kavgam’da şöyle yazmıştı: “Nordik ırk, biyolojik kalıtım tarafından asaletle kutsanmıştır… Tarih, doğa tarafından kurulan ırksal hiyerarşiye uygun yeni bir bin-yıllık imparatorluk kuracaktır”. Hatta, bir yoruma göre, Hitler kitabı için “kavgam” ismini seçerken, Haeckel aracılığıyla benimsediği Darwinistik “yaşam kavgası” fikrinden esinlenmişti.

Marksizm ve “Sınıf Mücadelesinin Doğa Bilimleri Açısından Temeli”

Emperyalizm, ırkçılık ve faşizmin ötesinde, evrim teorisinin en açık ve belirgin biçimde temellendirdiği ideoloji kuşkusuz Marksizm oldu.

Karl Marx’ın ailesi Yahudi asıllıydı, fakat Marx’ın küçüklüğünde Protestanlığı kabul etmişler ve ona da Hıristiyan bir eğitim vermişlerdi. Ancak genç Marx’ın fikirleri ateizmin egemen olduğu Alman okullarında hızla değişti. Kısa sürede dini inançlarından vazgeçti ve dahası şiddetli bir din aleyhtarı haline geldi. Henüz gençlik yıllarında “amacım Tanrı’yı tahtından indirmektir” diyordu. Bu yolda kendisine sembolik olduğunu düşündüğü bir yol gösterici de edinmişti: Kolej yıllarında yazdığı bazı şiirleri “Oulanem”e adıyordu; Oulanem, bazı mistik öğretilerde Şeytan’a verilen isimdi.

Marx, o dönemlerde Alman düşüncesinde tam bir egemenlik kurmuş olan Hegel’in geliştirdiği diyalektiği materyalizme uydurdu ve diyaletik materyalizm, ya da öteki adıyla bilimsel sosyalizmi kurdu. Tüm bir yaşamını, en yakın dostu Engels’ten gördüğü entelektüel ve maddi yardımın da sayesinde, bu bilimsel sosyalizmi geliştirmeye adadı. Ve ortaya, tüm insanlık tarihini açıklayan, daha doğrusu açıkladığını zanneden sofistike bir ideoloji bıraktı.

Marx, tarihin gelişimini ekonomiye dayandırıyordu. Toplum, tarih içinde çeşitli evrelerden geçiyordu ve bu evreleri belirleyen faktör üretim araçlarıyla üretim ilişkilerindeki değişimdi. Ekonomi, diğer her şeyin belirleyicisiydi. Bu ideoloji içinde, din de ekonomik çıkarlar adına uydurulmuş bir masal olarak tanımlanıyordu; egemen sınıflar, ezdikleri sınıfları pasifize etmek için dini geliştirmişlerdi ve din “halkın afyonu”ydu.

Marx, ayrıca toplumların bir gelişim süreci içinde birbirlerini izlediklerini düşünüyordu. Köleci toplum feodal topluma, feodal toplum kapitalist topluma dönüşmüştü, sonunda bir devrim sayesinde sosyalist toplum kurulacak ve tarihin en ileri evresine varılacaktı. Kısacası Marx’ın görüşleri, Darwin’in Origin of Species’i yayınlamasından da önce, evrimciydi.

Ancak Marx ve Engels, bir şeyi açıklamakta zorlanıyorlardı: Canlıların nasıl var olduğu sorusu. Çünkü canlıları “yaratılmamışlık” temelinde açıklayan bir tez olmadıkça, dinin uydurulmuş bir afyon olduğunu sürmek ve tüm tarihi maddeye dayandırmak mümkün olamazdı.

Marx’ın beklediği açıklama, Darwin’den geldi. Marx, Origin of Species’i eline alır almaz kitabın önemini anladı. Engels’e yazdığı 19 Aralık 1860 tarihli mektubunda, Darwin’in kitabı için “bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap budur işte” diyordu. 16 Ocak 1861’de Lassalle’a yazdığı mektupta şöyle yazıyordu: “Darwin’in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor.” Marx, Darwin’e olan sempatisini en büyük eseri Das Kapital’i Darwin’e ithaf ederek de göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı:

 

“Charles Darwin’e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx’tan”.

Marx’ın büyük yoldaşı Engels ise Darwin’e olan hayranlığını şöyle belirtmişti: “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin’in adı anılmalıdır.” Engels, Darwin’i, onu Marx’la eş tutacak biçimde övüyor ve “Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti” diyordu.

Komünizmin bu iki kurucusu tarafından bu denli yüceltilen evrim teorisi, doğal olarak onların takipçileri tarafından da hararetle benimsendi. Dünyanın her neresinde olursa olsun, her türlü komünist rejim ya da hareket, Darwinizm’i ve neo-Darwinizm’i sonuna dek savundu, onu kendi entellektüel çatısının temel taşlarından biri olarak kabul etti.

Bu Darwinist yoldaşların en ünlülerinden biri ve kuşkusuz en kanlısı ise Joseph Stalin’di. Stalin, Çarlık dönemindeki çocukluk yıllarında Hıristiyan eğitim veren bir okula gitmişti. Ve okulda geçirdiği yılların çoğunda da inançlı bir Hıristiyandı. Ancak bir gün bir kitap okudu ve hayatı değişti. Kitap, Origin of Species’ti. Ateizmi benimsedikten sonra da kısa süre içinde komünist parti saflarına katıldı. 60 milyon insanın hayatına mal olduğu tahmin edilen yönetimi boyunca da, evrim propagandasına büyük bir önem verdi. Otobiyografisinde şöyle yazıyordu:”Okullardaki öğrencilerimizin zihnini altı günde yaratılış efsanesinden temizlemek için onlara üç şeyi özellikle öğretmeliyiz: dünyanın yaşını, jeolojik orijinini ve Darwin’in öğretilerini.”

Tüm bunlara dayanarak şunu söylemek mümkündür: Her türlü Marksist hareketin felsefi temelinde evrim teorisinin vazgeçilmez bir yeri vardır. Ve dolayısıyla her türlü Marksist hareket ve her türlü Marksist rejim, kendisine entellektüel dayanak ve meşruiyet sağlamak için, evrim’i benimsemeye ve topluma benimsetmeye mecburdur.Bu durum, Marksistleri, kendisine karşı olduklarını iddia ettikleri aşırı sağla da aynı safta birleştirmektedir. Çünkü evrim, Marksizmin olduğu kadar, az önce belirttiğimiz gibi ırkçılığın ve faşizmin de dayanağıdır. Bu ideolojiler, farklı konularda birbirleriyle çatışma içinde olabilirler, ama evrim sözkonusu olduğunda ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Çünkü her ikisi de, biyolojik temeli evrim tarafından oluşturulmuş olan seküler dünyanın ürünleridirler.

Kapitalizm ve “En Güçlülerin Kazandığı Pazar”

Kapitalizmin en önemli içeriğinin, şirketlerden, markalardan, hamburger ya da bilgisayarlardan çok, “kapitalist mantalite” olduğunu söylemek yerinde olur. Bu kapitalist mantalitenin en önemli unsuru ise, bireyciliktir. İnsanların, kendilerini bir cemaatin ya da bir toplumun parçası olarak değil, kendi başlarına ayakta duran ve “kendi hayatlarını kazanmaları gereken” birer birey olarak görmeleri, kapitalizmin o çok beklenen global zaferi için gerekli olan koşulların en önemlisidir.

Bireyciliğin meşru sayılması ve ayakta tutulabilmesi içinse, kapitalizm Darwinizm’e muhtaçtır.Çünkü kapitalizmin temelini oluşturan mantığa göre, her “birey”-bu bir insan, bir şirket ya da bir ulus olabilir-yalnızca kendi gelişimi için savaşmalıdır. Herkes, üretebildiği en iyi şeyi üretmeli, diğerleriyle en iyi şekilde rekabet etmelidir. Böylece giderek iyi üreticiler ayakta kalır, zayıflar ve yetersizler yok olur. Bunun sonucunda da en “verimli” üretim modeli ve dolayısıyla en “verimli” dünya ortaya çıkacaktır. Bu bir ülkenin içinde uygulandığı zaman kapitalizmdir, eğer gümrük sınırları kaldırılır da uluslar arasında uygulanırsa bu kez ortaya global kapitalizm ortaya çıkar. Bu sonuca giden süreç de globalizmdir.

Darwin’in doğada var olduğunu varsaydığı “yaşam mücadelesi” kavramını insanlara ve toplumlara uyarlayan bu kapitalist mantalite, elbette “zayıfların yok olması”na karşı ahlaki bir sorumluluk duymaz. Hatta, zayıflara yardım edilmesini, fakirlerin gözetilmesini, kısacası her türlü toplumsal dayanışma ve adaleti reddeder. Bu Darwinist-kapitalist düşünceyi seslendirenlerin en ünlülerinden biri olan Tille’ye göre, fakirliği önlemeye kalkıp “yenik düşmüş sınıflar”a yardım etmek, evrimi sağlayan doğal seleksiyon yasasına set çekmek anlamına geldiği için büyük bir yanlıştır.

Sosyal Darwinizm’in en ünlü kuramcılarından biri olan Amerikalı Profesor E. A. Ross’a göre ise, “Hıristiyanlığın ortaya attığı toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik kültü, gerizekalıların ve aptalların üremelerine ve çoğalmalarına yarayan bir koruyucu kalkanın gelişmesine” neden olmuştur. “Devlet, sakatları, örneğin sağır-dilsizleri koruma altına almakta, sonra da bunlar üreyerek sakat bir ırk oluşturmakta”dırlar. Tüm bunlara doğal evrimsel gelişmeyi engelledikleri için karşı çıkan Ross’a göre, “dünyayı bir cennet yapmanın yegane yolu”, tüm “aptalları, beceriksizleri ve sakatları” kendi kaderlerine terkederek doğal seleksiyon süresi içinde ayıklanmalarını beklemektir.

Olayın en önemli yanı ise, bu fikirlerin “Darwinizm’in yanlış bir yorumu” falan değil, Darwinizm’in bizzat kendisi oluşudur. Benjamin Farrington’ın What Darwin Really Said (Darwin Gerçekten Ne Dedi) adlı kitabında vurgulandığı gibi, “insan toplumlarında zayıfların güçlüler tarafından elimine edilmesine meşruiyet sağlayacak olan argüman” Darwin tarafından bilinçli olarak geliştirilmiştir.İşte tüm bu nedenlerden dolayı, Darwinizm, dünyadaki tüm kapitalist ekonomik düzenlerin ve bunlara göre şekillenen politik rejimlerin felsefi altyapısını oluşturur. İnsanlar arasındaki eşitsizliklerin muhafaza edilmesini ve güçlüler adına daha da büyütülmesini onaylayan kapitalist ahlak, biyolojik temelini Darwinizm’de bulmaktadır çünkü. Elde ettikleri serveti yalnızca kişisel hırslarını tatmin etmek için kullanmak, fakirleri göz ardı etmek ve tüm bu yaptıklarını da meşrulaştırmak isteyenlerin, evrim’i ayakta tutmak için çaba göstermeleri doğaldır elbette.

ABD’de Darwinizm’in desteklenmesi için en büyük finansal ve sözlü destekleri verenlerin başında Rockefeller ve Carnegie gibi büyük kapitalist hanedanların yer alışı, bu noktada oldukça dikkat çekicidir. Bu iki hanedan tarafından kurulan Rockefeller Foundation ve Carnegie Institution gibi vakıflar, şimdiye dek düzenlenen evrim araştırmalarına çok büyük finansal destekleri vermişlerdir. The Hidden History of Human Race adlı kitaplarında bu konuya değinen Michael A. Cremo ve Richard L. Thompson, Carnegie Institution’ın, bu desteği sürdürürken aslında “dini kökenli eski kozmolojilerin yerini alma iddiasındaki bilimsel kozmolojik vizyonun” zaferini amaçladığını vurgularlar. Rockefeller Foundation, da aynı “materyalist kozmoloji”yi desteklemekte ve “Tanrı ve ruh kavramlarını mitolojinin dünyasına sıkıştırmaya çalışan modern medeniyetin ilerletilmesi” misyonuna hizmet etmektedir.

Bunun nedenini görmek ise pek zor değildir: Kapitalizm, sadece maddeyi değer sayan bir felsefenin üzerine kurulu olduğu ve insanı “kendi kaderinin yaratıcısı” saydığı için, ilahi dinlerin verdiği ahlak anlayışını benimseyen bir toplumda barınamaz. Bu ahlak anlayışına savaş açmanın en “bilimsel” yolu da evrim teorisinden geçmektedir. Kapitalizmin global bir egemenliğe sahip olduğu çağımızda, evrim teorisi bu nedenle “global resmi ideoloji”nin çok önemli bir parçasıdır. Global yalanlar, ayakta kalmak için yine global yalanlara ihtiyaç duymaktadırlar.Bu global yalanı ayakta tutmak için kullanılan iki önemli unsur ise “bilim adamları” efsanesi ve medyadır.

Ambalajlı Yalanlar

Evrimciler medyanın “beyin yıkama” programının kendilerine verdiği avantajı iyi kullanırlar. Pek çok kişi evrim’in var olduğuna öyle inandırılmıştır ki, evrimciler ne yazarsa yazsın, “nasıl” ve “neden” gibi bir soru akıllarına gelmez. Bu nedenle de evrimciler yalanlarını, biraz süslü bir ambalajın içine koydukta sonra, kolayca inanılır kılabilmektedirler.Örneğin en “bilimsel” evrimci kitaplarda bile, evrim’in en büyük çıkmazlarından biri olan “sudan karaya geçiş” aşaması, çocukları bile inandıramayacak bir basitlikte anlatılır. Evrim’e göre, hayat suda başlamıştır ve ilk gelişmiş havyanlar balıklardır. Teoriye göre, nasıl olmuşsa olmuş (!), bir gün bu balıklar kendilerini karaya doğru atmaya başlamışlardır! (Buna neden olarak çoğu kez kuraklık gösterilir.) Ve yine teoriye göre, karada yaşamayı seçen balıklar, nasıl olmuşsa olmuş, yüzgeç yerine ayaklara, solungaç yerine de ciğerlere sahip olmuşlardır!

Çoğu evrim kitabı, bu büyük iddianın “nasıl”ına hiç girmez. En “bilimsel” kaynaklarda, “ve sudan karaya geçiş gerçekleşti” gibi anlamsız bir cümle ile bu iddianın garipliği gözlerden saklanır. Acaba bu “geçiş” nasıl gerçekleşmiştir? Bir balığın sudan çıktığında bir-iki dakikadan fazla yaşayamadığını biliyoruz. Evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir kuraklık yaşandığını ve balıkların zaruri olarak karaya yöneldiklerini kabul edersek, bu durumda balıkların başına ne gelmiş olabilir? cevap açıktır: Sudan çıkan balıkların hepsi bir-iki dakika içinde teker teker ölür. Bu iş isterse on milyon yıl sürsün, cevap yine aynıdır: Balıkların hepsi teker teker ölür. Kimse çıkıp da, “belki de bu balıklardan bazıları dördüncü milyon yılın sonunda, sudan çıkıp tam can çekiştikleri anda birden bire akciğer sahibi olmuşlardır”, diyemez. Çünkü bunun mantık dışı olduğu, çok açık olarak anlaşılmaktadır.

Ancak evrimcilerin iddia ettikleri şey tam olarak budur. “Sudan karaya geçiş”, “karadan havaya geçiş” ve daha milyonlarca sözde “sıçrama” bu mantıksız açıklama ile sözde açıklanmaktadır. Göz, kulak gibi son derece karmaşık organların nasıl oluştuğuna ise, evrimciler hiç değinmemeyi kendileri açısından daha yararlı bulmaktadırlar.

Evrimcilerin bu hayali dönüşümleri delilledirmek için kullandıkları “ara geçiş formu fosilleri” ise birer sahtekarlık ve çarpıtma örneğidirler. Örneğin evrimciler tarafından yaklaşık 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir canlı olarak tanıtılan ve sudan karaya geçiş formu olarak gösterilen Coelacanth (Rhipitistian Crossopterigian) adlı balık, evrimcilerin büyük şaşkınlığı altında, 1939 yılında Madagaskar açıklarında canlı olarak bulunmuştur. Aynı balık daha sonra açık denizlerde 50’ye yakın kez yakalanmıştır. Ve görülmüştür ki, balığın “ara geçiş formu” olarak tanıtılmasına neden olan organları (iç kulak girintileri, baş tipli omurgası ve yüzme kesesi) hiç de “ara geçiş formu” olacak özelliklere sahip değildir.Aynı durum, “ara geçiş formu” olarak gösterilen diğer tüm fosiller için de geçirlidir. Evrimcilerin bu konuda yaptıkları bazı “itiraf”lar, oldukça çarpıcıdır. Örneğin ünlü doğabilimci A. H. Clark, şöyle der:

“Madem ki biz fosil veya yaşayan büyük gruplar arasında geçiş gösteren en ufak bir delile sahip değiliz o halde, böyle ara tiplerin hiç bir zaman olmadığını kesinlikle kabul etmemiz gerekir.”

Tanınmış bir genetikçi ve evrimci olan Richard B. Goldschimdt ise, “ara geçiş formu” diye bir şeyin olmadığını itiraf ettikten sonra, türlerin “birden bire ortaya çıktıklarını” şöyle kabul ediyor: “Pratikte bütün bilinen familyalar görünen herhangi bir geçiş formu olmaksızın aniden ortaya çıkmaktadır.” Ve açıktır ki, “birden bire ortaya çıkmak” demek, yaratılmak demektir.

Evrimciler bilimsel platformlarda açıkça mağlup durumdadırlar, fakat sokaktaki adamı “bilimsellik” ambalajı ile kandırmak onlar için kolaydır: Sudan karaya geçişi temsil eden hayali bir resim çizersiniz, sudaki hayvana, karadaki “torununa” ve aradaki “ara geçit formu”na (ki bu hayali bir hayvandır) Latince isimler uydurup takarsınız. Sonra da ambalajlı yalanı yazarsınız: “Eusthenopteron, uzun bir evrim süreci içinde önce Rhipitistian Crossoptergian’a, sonra da Ichthyostega’ya dönüştü”. Bu “havalı” cümleyi bir de kalın gözlüklü, beyaz önlüklü bir “bilim adamı”na söyletirseniz, artık pek çok insanı peşinen ikna etmiş olursunuz. Çünkü evrim düşüncesini insanlar arasında yaymayı kendisine görev kabul eden medya, ertesi gün dünyanın dört bir yanında bu büyük buluşu büyük bir heyecanla insanlara müjdeleyecektir. Medyanın kendisine gösterdiği dünyadan başka bir dünya tanımayan çoğunluk açısından, bu “büyük delil”, evrim’e inanmak için yeter de artar bile…

Bir başka ambalajlı yalan, evrimciler tarafından yapılan “rekonstrüksiyon” çizimlerdir. Evrimci yayınlara baktığınızda bu çizimlere bolca rastlarsınız. Çizimlerde yarı insan-yarı maymun yaratıklar, çoğu kez “ailece”, yer alır. Kıllı vücutlara, hafif eğik bir yürüyüşe, maymun-insan karışımı bir yüze sahip olan bu yaratıklar, evrimci “bilim adamları” tarafından sözde bulunan fosillerden yola çıkılarak çizilmişlerdir.Oysa bu çizimlerin hiç bir anlamı yoktur. Çünkü bulunan fosiller, yalnızca canlının kemik yapısı hakkında bilgi verir. Bu fosillerden yola çıkarak bulunan canlının vücudunun ne derece “kıllı” olduğu hakkında bir fikir yürütülemez. Aynı şekilde, canlının burnu, kulakları, dudakları saçları hakkında da hiç bir bilgi bulunamaz. Oysa evrimciler, çizimlerde en çok burun, dudak ve kulak gibi organları yarı insan-yarı maymun şeklinde göstermektedirler.

Bu yolla, normal bir insan kafatasına da maymun burnu, kulağı ve dudağı ekleyip hayali bir ara geçit formu elde edebilirsiniz. Nitekim evrimciler bu konuda o denli “bol keseden” atmaktadırlar ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırılabilmektedirler. Örneğin Australopithecus Robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon çizim, bunun ünlü bir örneğidir. Bir domuz dişinden yola çıkılarak “bulunan” ve ailesi ile birlikte yarı insan-yarı maymun bir görünümle çizilen hayali Nebraska Adamı da, evrimcilerin hayal gücünün ne denli gelişmiş olduğunu gösteren bir başka örnektir.

Ama bu hayali çizimler, pek çok insan açısından evrime inanmak için oldukça doyurucu bir kanıttır. “Koskoca” bilim adamları, bu tabloları kafalarından uyduracak değildirler ya!…Oysa sözkonusu bilim adamları bu tabloları tam anlamıyla “uydurmakta”dırlar. Çünkü evrim, hiç bir somut (ampirik) bulgu tarafından doğrulanamayan bir mantıksal kurgudan başka bir şey değildir. Bu kurgunun bir buçuk yüzyıldır dünyanın dört bir yanında kesin bir doğru gibi insanlara propaganda edilmesinin nedeni ise, din-dışı ideolojik sistemlerle yönetilmekte olan modern dünyadır. Bu dünyanın ideolojileri, bu yazıdizisi boyunca incelediğimiz gibi, kendilerine meşruiyet sağlamak için Darwinist kavramlara ihtiyaç duymaktadırlar ve bu nedenle bu büyük aldatmacayı ayakta tutmaya devam etmektedirler.

http://harunyahya.org/tr/Makaleler/8253/Darwinizmin-kirli-tarihi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.