Irkçılığın kökenleri ve Darwin’in evrim teorisi
19. yüzyıl, Avrupalı “beyaz adam”ın diğer kıta ve medeniyetlere hızla yayıldığı bir dönemdi. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupalı devletler Güney Asya’nın önemli bir bölümünü, Afrika’nın neredeyse tümünü ve Latin Amerika’nın bir kısmını kolonileştirmekle uğraşıyorlardı. Kuzey Amerika’da ise “beyaz adam”ın Kızılderili katliamı sürüyordu. ABD, üzerine kurulduğu coğrafyanın yerlilerini öldürerek Batı’ya doğru genişliyordu.
Kısacası, o dönemde, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında, dünya en acı biçimiyle emperyalizmi yaşıyordu. Batı, ulaştığı teknolojiyi kullanarak diğer medeniyetleri yağmalıyordu.Ancak Batı, hemen her işgalinin yaptığı gibi, yaptıklarına meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorunda hissediyordu kendini. Afrika’da ya da Kuzey Amerika’daki yerlileri rahatlıkla öldürebiliyor, yurtlarından sürüp topraklarına el koyabiliyorlardı. Ama tarih yaptıklarını yazacaktı ve tüm bunları meşru hale getirecek bir açıklama bulamazlarsa, o tarihe birer yağmacı olarak geçeceklerini biliyorlardı.Peki emperyalizme meşruiyet sağlamak için ne gibi bir açıklama bulunabilirdi?
Emperyalistlerin Hezeyanı: “Avrupalı Olmayanlar Bir Tür Hayvandır”
Aslında bu soru henüz 16. yüzyılın başında gündeme gelmiş ve açıklamasını da beraberinde getirmişti. Kristof Kolomb’un 1492’deki keşfinden sonra, İspanyolların Amerika’yı sömürgeleştirmesi sırasında ortaya atılan bir açıklamaydı bu. Oldukça da basit bir mantığa dayanıyordu: Yerliler gerçek birer insan değil, gelişmiş bir hayvan türüydüler.
Bu iddia, ilk kez Kristof Kolomb ve adamları tarafından ortaya atılmış, sonra da Güney Amerika’nın kolonileştirilmesi işini üstlenen İspanyol “conquistador”lar (işgalciler) tarafından savunulmuştu. Ancak altın, şöhret ve toprak peşinde koşan bu yağmacılara karşı, Katolik Kilisesi tavır koymuştu. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas’ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya’ya ayak basan kolonicilerin “yerliler bir tür hayvandır” iddiasına karşılık, yerlilerin “gerçek birer insan” olduğunu savunmasıydı. Bu nedenle Las Casas “yerlilerin havarisi” olarak anılmaya başlamıştı. Daha sonra, 1537’de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililer’in gerçek insanlar (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.
Ancak 18. ve 19. yüzyıldaki materyalist ve din karşıtı fikirlerle birlikte Kilise, “dünyevi” konulardaki otoritesini tümüyle yitirdi. Bu nedenle Kilise, 19. yüzyıl sömürgeciliğine karşı çıkıp da sömürülen insanların da gerçek birer insan (veros homines) olduklarını söyleyemedi. Söylediyse de etkisi olmadı. Emperyalizm, yerlileri sömürmeye ve buna meşruiyet sağlamak için onları “bir tür hayvan” saymaya kararlıydı.
Darwin’e Göre “Kayırılmış Irk”
Tüm canlıların tesadüflerin ürünü olduğunu, insanın da maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini iddia eden Darwin’in evrim teorisi, işte bu noktada emperyalizme büyük bir fırsat sundu. Çünkü bu teoriyle birlikte, sömürülen yerlilerin “bir tür hayvan” oldukları düşüncesine “bilimsel” bir dayanak göstermek mümkün hale gelmiş oluyordu. Teorinin bilimsel bir dayanağı yoktu (hiç bir zaman da olmayacaktı), ama gerekli zamanda gerekli siyasi güçlere hizmet edebilirdi.
Darwin, insanların yarı-maymun atalardan evrimleşerek bugünkü durumlarına geldiklerini ileri sürüyordu. Dahası, “Türlerin Kökeni: Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla” isimli kitabının başlığında da vurgulandığı gibi, bu evrim süreci içinde “doğa tarafından kayırılmış ırklar” olduğu iddia ediliyordu. Darwin’e göre insanların arasındaki kayırılmış ırk, “beyaz adam”dı. Kızılderililer, Afrikalılar ve diğer her türlü yerli halk ise, evrim sürecinde geri kalmış ırkları oluşturuyorlardı. Birer insan bile değillerdi. Ve insanların maymunları ya da diğer hayvanları “ehlileştirmeleri” ve kullanmaları nasıl meşruysa, bu geri ırkları “ehlileştirmeleri”, onları köle olarak kullanmaları ve topraklarına el koymaları da o kadar meşruydu. Hatta, beyaz adam, kendi “ileri” kültürünü bu “geri” ırklara taşımakla, onların evrimine yardımcı olmak gibi bir iyilik bile yapıyordu.
Sosyal Darwinizm’in Kurucusu: Darwin’in Kendisi
Darwin’in evrim kuramının toplumlara uygulanması ile gelişen bu teori, “Sosyal Darwinizm” olarak adlandırıldı ve hem emperyalizmin en büyük “meşruiyet” argümanı hem de ırkçılığın en büyük dayanağı haline geldi. Hintli Antropolog Vidyarthi bu konuda şöyle der:
“Darwin’in ortaya attığı ‘en güçlülerin hayatta kalması’ düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam’ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.”
Sosyal Darwinizm’in en büyük öncüsü de Darwin’in kendisiydi. Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı kitabında, “insan ırkları arası eşitsizliğin apaçıklığı” hakkında bir çok çıkarım yapıyordu. 1871’de çıktığı uzun gezide gördüğü Tierre del Fuego’lu yerlileri tanımlarken de ırkçı önyargılarını açıkça ortaya dökmüştü. Yerlileri “çırılçıplak, boyalara batmış, yabanıl hayvanlar gibi ne yakalayabilirlerse yiyen, yönetimsiz, kendi kabileleri dışındakilere acımasız, düşmanlarına işkenceden zevk alan, kanlı kurbanlar sunan, çocuklarını öldüren, karılarına köle gibi davranan, ağır batıl inançlarla dolu” insanlar olarak tasvir etmişti. Oysa aynı bölgeyi ondan on yıl önce gezen W. P. Snow, aynı yerlileri “güzel, güçlü çocuklarına düşkün, bazı özgün elsanatlarına sahip olan, bazı eşyalarda özel mülkiyeti tanıyan, en yaşlı bir kaç kadının otoritesini kabul etmiş” insanlar olarak anlatmıştı. Darwin’in bu insanları abartılı biçimde aşağılaması, onları “evrim sürecinde geri kalmış bir ırk” olarak tanımlayabilme isteğinden kaynaklanıyordu.
Darwin’in emperyalist ırkçılığa kazandırdığı bu meşruiyet nedeniyle, ünlü Çinli bilim adamı Hsu, onu “Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin’e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve ‘en güçlülerin hayatta kalması’ kuralına dayandıran ülkenin bilimsel dayanağı” diye tarif eder.
Darwin’in Türk Düşmanlığı
Darwinizm’in 19. yüzyıl ırkçı emperyalizme verdiği desteğin önemli bir örneği, Darwin’in Türk Milleti için kullandığı ifadelerdi.
Darwin’in Türk Milleti hakkındaki yorumları, 1888 yılında yayınlanan “The Life and Letters of Charles Darwin” adlı kitapta yayınlandı. Burada Darwin, doğal seleksiyonun “geri ırkları” eleyerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğunu öne sürüyor ve sonra da Türk Milleti hakkında aynen şunları söylüyordu:
“Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum.”
Darwin’in bu hezeyanı, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma politikasına destek vermek için yazılmış bir propaganda malzemesiydi. Nitekim bu propaganda malzemesi etkili oldu. Darwin’in “Türk Milleti yakında yok olacaktır, bu evrimin kanunudur” anlamına gelen sözü, İngilizlerin Türk düşmanı propaganda kampanyalarına sözde bilimsel bir destek verdi. İngiliz Başbakanı Willam E. Gladstone’un, “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz” şeklindeki sözü, Darwinin teorisiyle Avrupa emperyalizmi arasındaki uyumun bir ifadesiydi.
Zenci Düşmanlığına Sözde Bilimsel Dayanak
Sosyal Darwinizm’i kullanarak kendilerine meşruiyet sağlamaya çalışan ırkçıların arasında, zenci düşmanları da başta geliyorlardı. İnsan ırklarını derecelere ayıran ve en üstününü “beyaz ırk” olarak tanımlarken en “ilkeli”ni de siyah ırk olarak gösteren ırkçı teoriler, Darwin’in teorisine dört elle sarıldılar.Evrimci-ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, “İnsan Irklarının Evrimi” başlıklı bir makalesinde, “ortalama bir zencinin zeka yaşı, Homo sapiens türüne ait onbir yaşındaki bir çocuğun zekasına ancak ulaşabilir” diye yazıyordu. Bu mantığa göre zenciler, Homo sapiens, yani insan bile sayılmıyorlardı. Bu çizginin en geç savunucularından biri olan Carletoun Coon ise, 1962’de yayınladığı Origin of Races (Irkların Kökeni) adlı kitabında, siyah ırkla beyaz ırkın, henüz Homo erectus döneminde birbirinden ayrışmış iki ayrı “tür” olduğunu öne sürüyordu. Beyazlar, Coon’a göre, bu ayrışmadan sonra evrimsel olarak öne geçmişlerdi. ABD’de zencilere karşı uygulanan ayrımcılığı savunanlar, evrim teorisinin kendilerine hediye ettiği bu “bilimsel” argümanları yakın zamanlara kadar kullandılar.
Sosyal Darwinizm’in büyük popülarite kazandığı bir diğer ülke ise Almanya oldu. Bu ülkede Darwinizm temelli ırkçılığın gelişmesindeki en büyük pay sahibi, ünlü biyolog Ernst Haeckel (1834-1919) idi. Darwin’in çalışmalarından çok etkilenen Haeckel, kendi çapında Darwinizm’e “katkıda” da bulunmuş ve “Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır” (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) olarak özetlenen ve memelilerdeki embriyoların evrim sürecini yansıttığını öne süren teoriyi ortaya atmıştı. (Bu teorinin çürüklüğü yıllar sonra kesin olarak anlaşıldı ve dahası Haeckel’in kullandığı şemalarda sahtekarlık yaptığı ortaya çıktı.)
Haeckel, “Monist Birliği” adıyla bir dernek kurdu. Monizm, ateist materyalizmin bir versiyonuydu. Haeckel’in oluşturduğu bu atmosfer, yine aynı sonucu doğurdu: Irkçılığın temellendirilmesi. Daniel Gasman’a göre, “Haeckel, Almanya’nın ırkçılık, nasyonalizm ve emperyalizmi besleyen en önemli ideoloğu” sıfatını kazandı. Haeckel gibi evrimcilerin geride bıraktıkları miras üzerinde 20. yüzyılda ortaya çıkan ırkçılık ve Nazizm, Darwinistik düşünceyi kendilerine temel aldılar.
Faşizm ve “Ulusların Arasındaki Yaşam Mücadelesi”
Nazi ideolojisine öncülük eden en önemli kuramcıların biri olan Alman tarihçi Heinrich von Treitschke de evrimciydi. “Ulusların ancak Darwin’in yaşam kavgasına benzer bir biçimde şiddetli bir rekabetle gelişip refahlarını artırabileceklerini söyleyen Treitschke”, bunun da daimi bir savaş ortamını gerekli kıldığını öne sürmüştü. Savaşı yüceltirken, bir ırklar hiyerarşisi düzenlemeyi de ihmal etmemişti. Treitschke, çizdiği evrim şemasına dayanak şöyle diyordu:
“Sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların yazgısı ise beyazlara hizmet etmek ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır… (çünkü) yamaklar olmaksızın hiç bir kültür var olamaz.”
Bu ideolojik altyapı Hitler’e büyük ilham kaynağı oldu. Hitler’in “Ari ırkın üstünlüğü” ile ilgili teorilerini besleyen en önemli kaynakların başında doğal olarak yine Darwin’in teorisi geliyordu. Nazi lideri, “Ari ırkın üstünlüğü”nün “doğa” tarafından var edildiğine inanıyordu. Ünlü kitabı Kavgam’da şöyle yazmıştı:
“Nordik ırk, biyolojik kalıtım tarafından asaletle kutsanmıştır… Tarih, doğa tarafından kurulan ırksal hiyerarşiye uygun yeni bir bin-yıllık imparatorluk kuracaktır”.
Hatta, bir yoruma göre, Hitler kitabı için “kavgam” ismini seçerken, Haeckel aracılığıyla benimsediği Darwinistik “yaşam kavgası” fikrinden esinlenmişti.Hitler’in Hıristiyanlığa karşı verdiği mücadelenin önemli bir unsuru da yine evrim’di. Daniel Gasman, The Scientific Origins of National Socialism (Nazizmin Bilimsel Kökenleri) adlı kitabında bu konuda şunları yazıyor:
Hitler, biyolojik evrim düşüncesinin geleneksel dine karşı kullanılacak en güçlü silah olduğuna inanıyor ve evrim teorisini benimsemediği için sürekli olarak Hıristiyanlığı suçluyordu… Ona göre, evrim modern bilim ve kültürün en önemli sembolüydü.
Hitler’in “Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz” derken dayandığı düşünce de, insanların maymundan evrimleştiğini savunan ve dolayısıyla bazılarının hala “maymun” statüsünü koruyor olabileceği sonucunu veren Darwinist fikirlerdi.Hitler’in dışında, Heinrich Himmler’den Joseph Mengele’ye kadar pek çok Nazi ideoloğunun söz ya da yazılarında da, evrim teorisine ve özellikle “güçlüler yaşar, zayıflar ölür” prensibine yapılan atıflar yer alıyordu.Nazi ideolojisi, 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine, tam 50 milyon insanın bu savaşta can vermesine neden oldu. Bu kan gölünün oluşmasında, Darwin’in büyük bir rolü vardı.
Sonuç
Darwinizm bundan bir buçuk asır önce ortaya atıldı. O zamandan bu yana insanlığa yaptığı katkı ise, dünyanın en kanlı diktatörlüklerini, ırkçılıklarını ve savaşlarını körüklemekten başka bir şey olmadı.Bu, Darwinizm’in ve ondan destek alan materyalizmin insanlığa bakışının doğal bir sonucudur. İnsanı bir hayvan türü olarak kabul eden, sadece maddeye inanan ve çatışmanın değişmez bir doğa yasası olduğunu düşünen bu felsefenin, zalim bireyler ve toplumlar oluşturması kaçınılmazdır.Tüm bu çarpıklıkların gerçek temeli ise, insanın kendi Yaratıcı’sını inkar etmesidir. Darwinizm gibi aldanışlara kapılarak Allah’tan yüzçeviren bir toplum, her türlü dejenerasyona açık hale gelir. Bunun sonunda ise mutlaka acı, korku ve yıkımla karşılaşır. Allah, Kuran’daki bir ayetinde bu İlahi gerçeği şöyle haber vermektedir:
İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Allah, umulur ki dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını onlara taddırmaktadır. (Rum Suresi, 41)
İnsanlığın barış, adalet ve huzur dolu bir düzen içinde yaşaması ise, ancak Darwinizm ve materyalizm gibi aldatmacalardan kurtulması ve kendi yaratılış amacını bilmesiyle mümkün olacaktır.
http://harunyahya.org/tr/Makaleler/8252/Irkciligin-kokenleri-ve-Darwin’in-evrim-teorisi