Evrenin Başlangıcı ve Tasarımı
Yaşamın ve Evrenin Kökeni – Uluslararası Konferans 2016
Dr. Jeff Zweerink’in Sunumu: “Evrenin Başlangıcı ve Tasarımı”
Bugün burada olmak çok güzel…
Birçok kozmoloğun konuşmasını dinledim, şimdi size çok tanınmış birinden bahsedeceğim; Lawrence Krauss adındaki ateist kozmolog şu tarz şeyler söylemekten hoşlanır:
“Vücudunuzdaki her atom bir yıldız patlamasından geliyor. Büyük ihtimalle sol elinizdeki atomlar sağ elinizdeki atomlardan farklı bir yıldızdan geldi. Bu fizik hakkında bildiğim en şiirsel gerçek: hepimiz yıldızların tozuyuz. Eğer yıldızlarda patlama yaşanmasaydı burada olamazdınız. Çünkü evrim için gerekli olan tüm elementler daha doğrusu karbon, azot, oksijen, demir ve diğer her şey zamanın başlangıcında yaratılmadı. Bunlar yıldızların nükleer fırınlarında yaratıldı ve vücudunuza ulaşmasının tek yolu yıldızların patlamasına bağlıydı. Dolayısıyla İsa’yı -haşa- unutun. Sizin burada olmanız için yıldızlar öldü.” (Lawrence M. Krauss, A Universe from Nothing: Why There Is Something Rather Than Nothing)
Krauss’un buradaki sözleri elbette özellikle Hristiyanlar açısından saygıya uygun değil. Fakat bence onun bu ifadesi evreni ve içindeki herşeyi Allah’ın yarattığına inanan tüm dinler açısından kabul edilemez sözler. Çünkü Krauss temelde bilimin herşeyi açıklayabileceğini ve –haşa- bir İlah’a ihtiyaç olmadığını iddia ediyor. Hıristiyan bir bilim adamı olarak ben farklı bir sonuca varıyorum: Evreni bilimsel olarak açıklamanın en iyi yolu Allah inancına dayalı bir dünya görüşüdür. Bu sözlerimi tekrar edeyim: İmana dayalı bir dünya görüşü evreni bilimle anlayabilmemizin en doğru yolu. Bu sonuca nasıl ulaştığımı size üç çarpıcı örnekle anlatacağım.
1900’lerin başında bilim adamlarının evren hakkındaki görüşleri üç ilkeyle tanımlanıyordu. Birincisi evren sonsuzdu ve sonsuzdan beri var olduğuna inanıyorlardı. İkincisi evren statikti ve büyük ölçekte değişmez olduğunu düşünüyorlardı. Bu, gezegenlerin yıldızların etrafında dönmedikleri anlamına gelmiyordu, fakat büyük ölçekte değerlendirildiğinde evrenin değişmediğini söylüyorlardı. Ve üçüncü olarak da, evrende ilerledikçe fizik kanunlarının hassas bir şekilde değiştiğine inanıyorlardı. Şimdi, 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerin bu anlattığım tabloyu nasıl değiştirdiğini açıklamadan önce, onların sahip olduğu bu bilimsel bakış açısını Kutsal metinlerde anlatılanlar ile karşılaştırmak istiyorum. Kutsal Kitabın başlangıcından itibaren Allah’ın gökleri ve yeri yarattığını görüyoruz. Bize anlatılan bu tarife göre Allah evreni yoktan var etti. Yaratılış 1:1’de belirtildiği gibi, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.” Yarattı kelimesinin anlamı diğer bir deyişle “evreni yoktan var etti” demektir. Buradaki anlatım evrenin önceden var olduğu ve onun yeniden düzenlendiği anlamına gelmez. Allah onu önceden yok iken, tümüyle varlık haline getirdi. Bu sözler Allah’ın Yaratıcı olduğu ve her şeyi varlık haline getiren Musavvir olduğu ile ilgili eksiksiz bir açıklamadır. Kutsal Kitabın diğer bölümlerine baktığınızda özellikle Yeşaya peygamber de bu gerçekten bahseder: “Her şeyi yaratan, gökleri yalnız başına geren, yeryüzünü tek başına seren Rab Benim.” (Yeşaya 44:24)
Bu anlatım sadece Allah’ın her şeyin Yaratıcısı olduğunu tasdik etmekle kalmıyor, aynı zamanda evrenin dinamik olduğunu görüşünü de ifade ediyor. Bu demektir ki evren geriliyor veya bir başka deyişle genişliyor. Diğer peygamberlerin sözlerinde, Yeremya peygamberin sözleriyle evrenin böyle tarif edildiğini görüyoruz:
“RAB diyor ki, ‘Gece ve gündüzle bir antlaşma yapıp yerin, göğün kurallarını saptamasaydım.” (Yeremya 33:25)
Ardından şöyle devam ediyor, eğer bu kurallar sabit olmasaydı, gökler ve yerin kuralları belirlenmeseydi, o zaman vaadinde durmayacağını bildiriyor. Bu sözlerle Allah’ın vaadinde durması, Yaratılışın hangi kurallara göre çalıştığına benzetiliyor.
Peygamberlerin sözleriyle ve Tevrat’ta evrenin nasıl tarif edildiğiyle o dönemin bilimsel anlayışı arasındaki büyük farkı görüyorsunuz. Bilimsel anlayış evrenin sabit olduğunu söylerken, Allah’a inanca dayanan anlayış evrenin yaratıldığını ve bir başlangıcı olduğunu öğretiyordu. Bilim evrenin sabit olduğunu ve değişmediğini söylerken, Kutsal Kitaplarda evrenin büyük ölçeklerde dinamik olduğu anlatılıyordu. Yine bilimsel görüşe göre fizik yasaları evrenin farklı yerlerinde değişiklik gösteriyordu. Fakat imanı esas alan dünya görüşü ise fizik kanunlarının sabit olduğunu, gece ve gündüzün hareketlerinin kurallarla belirlendiğini açıklıyordu.
Gündüz ve gecenin nasıl gerçekleşeceğini belirleyen ve göklerdeki sabit düzeni saptayan nedir? Bunlar elbette fizik kanunlarıdır. Bu demektir ki yirminci yüzyılın başlangıcında bilim dünyası evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini, statik, değişmez olduğunu ve değişen fizik kanunlarına tabi olduğunu söylüyordu. Oysa ki, Allah bize evrenin yoktan var edildiğini, bu evrenin dinamik ve sabit fizik kanunlarına bağlı olduğunu vahiyle bildirmişti. Şimdi yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşen önemli keşiflerin bir kısmını inceleyelim.
1900’lerin başlarında Albert Einstein, o tarihlerde kabul gören bilimsel açıklamaları, daha doğrusu fizik kanunlarının evrenin içinde değiştiği iddialarını fark etti. Fakat, felsefi açıdan bu fikir hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden fizik kanunlarının sabit olduğu bir evren modeli geliştirmek için çalışmalara başladı. Bunun sonucunda özel görecelik ve genel görecelik teorilerini oluşturdu. Bu teorilerin temel özelliği fizik kanunlarının sabit olmasıydı, dolayısıyla evrende nereye hareket ederseniz edin ya da nerede bulunursanız bulunun bu kanunların değişmez olduğunu gösteriyordu. Size şunu söyleyebilirim, 20. yüzyıl boyunca bilim adamları genel görecelik teorisinin geçerli olup olmadığını anlamak için çok fazla sayıda deney yaptılar. Bu teori her seferinde bir kez daha başarıyla kanıtlandı. Bugün en sağlam ve en çok kabul gören bilimsel teorilerden biridir.
Genel görecelik teorisinin bir sonucu şuydu; teorinin formüllerini çözdüğünüzde evrenin genişleyerek veya büzüşerek dinamik olması gerektiğini gösteriyordu. Başlangıçta Einstein bu fikirden hoşlanmadı, fakat 1920’ler ve 30’larda tekrar edilen ölçümler evrenin gerçekten de genişlediğini ortaya koydu. Edwin Hubble bizim bugün galaksi dediğimiz o bulutsu yapılara, o dönemde isimlendirildiği şekliyle ada evrenlere bakarken, bu galaksilerin belirli bir düzenle hareket ettiklerini gördü. Bir galaksi ne kadar uzaktaysa bizden o kadar hızla uzaklaşıyordu. Bu da evrenin genişlediği gerçeğini açığa çıkartan net bir delildir. Dolayısıyla, genel görecelik teorisi evrenin dinamik olduğunu ve genişlediğini ortaya koydu. Bu uzaktaki galaksilerde yapılan ölçümler evrenin gerçekten de genişlediğini gösterdi. Eğer genişliyorsa, zamanda geriye gittiğinizde bu evrenin bir başlangıç anı olduğu anlamına geliyordu.
Bazı bilim adamları bir süre bu fikre direndiler ve hatta hala buna direniyorlar. Kendilerince evrenin sonsuz olduğunu ve sonsuzdan beri var olduğunu kanıtlamak için çeşitli yollar arıyorlar. Fakat, 1960’ta kozmik mikrodalga arkaplan ışımasının ölçülmesiyle, Stephen Hawking ve Roger Penrose gibi pek çok bilim adamı bazı çok güçlü teoriler geliştirdiler. Bu teorilere göre eğer genel görecelik doğruysa ve evrenin dinamiklerini mükemmel bir şekilde açıklıyorsa -şimdiye kadar tüm deneylerde doğrulanmıştır- bu tüm bilim adamlarının bu gerçeğe inandığını gösterir. Dahası evrende kütle varsa ki biz bunun doğru olduğunu garanti edebiliriz, bu durumda zamanda geriye gittiğinizde evrenin sınırına ulaşabilirsiniz. Diğer bir deyişle, evrenin bir başlangıcı vardır.
Bundan yola çıkarak, başlangıçta Yaratılışa inanan dünya görüşünden çok farklı görünen evrenle ilgili bilimsel görüşlerin tam aksine, 20. yüzyılda gerçekleştirilen önemli bilimsel gelişmeler bizim başlangıcı olan bir evrende yaşadığımızı ortaya koydu. Ayrıca evren sürekli genişliyor ve evren sabit fizik kanunlarına bağlı olarak işliyor. Bu üç özellik, tüm Big Bang modellerinin temel özellikleridir. Diğer bir deyişle, Allah’ın bizlere Kutsal Kitaplarda tarif ettiği evren ile bugün Yaratılışı araştırdığımızda bilimin anlattığı evren birbirine tam olarak uymaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda bilim adamları, evrenimizin birçok evrenden sadece biri olabileceğini öne süren çoklu evren modelleri önerdiler. Bu da evrenin başlangıcı olduğu fikrine uymuyor gibi görünüyor. Aslında çoklu evren fikriyle ilk karşılaştığımda bana bu bir problem olarak görünmüştü, “evrenimizin bir başlangıcı olabilir fakat çoklu evrenler varsa bunların bir başlangıcı var mıydı.” sorusuyla karşılaştım. Çoklu evren modelinin üzerinde uzun süre araştırma yaptım ve vardığım sonuca göre genişleyen çoklu evren teorisi de yine evrenin başlangıcı olduğunu doğruluyordu. Çoklu evrenin de bir başlangıcı vardı.
İlk bilimsel deliller bize evrenin Big Bang ile başladığını, genişlemeye devam ettiğini ve fizik kanunlarıyla yönetildiğini gösteriyor. Bu sonuç, Kelam isimli kozmolojik argümanı destekliyor. Bu görüşe göre ve kıyas yaptığımızda, var olmaya başlayan herhangi bir şeyin bir sebebinin olması gerekir. Evren yoktan var edilmiştir, dolayısıyla evrenin bir sebebi olması gerekir. Evrenin dışında olan bir sebep nedeniyle evren yaratılmıştır. Bu görüş evreni Allah’ın yarattığı düşüncesiyle tam örtüşmektedir. Yaratıcı’nın varlığını gösteren ikinci bir kanıt ise, evrenin her yerinde gözlemlenen muazzam mimari ve tasarımdır.
İnsanlığın hayatta kalması için neler gerektiğini düşünün. En az üç şey sayabilirim. Öncelikle elmaslara ihtiyacınız var. Durun, şaka yapıyorum. Aslında elmasa değil, karbona ihtiyacınız var. Karbon bir gerekliliktir. İkinci olarak suya ihtiyacınız var, çünkü yaşam için gereken tüm biyokimyanın oluşmasını sağlayan sıvı sudur. Üçüncü olarak ise suyun sıvı halde bulunabileceği, aynı zamanda karbonun da yaygın olarak kullanılabileceği bir gezegene sahip olmalısınız. Bilim adamları evrenin hayatı nasıl desteklediğini anlamaya çalışırken, birçoğu evrenin hayatı mümkün kılacak şekilde dizayn edilmiş olduğu sonucuna vardılar. Kendilerinin ateist veya agnostik olduklarını ilan eden bazı kişilerin sözlerini paylaşmak istiyorum. Bu insanlar Allah’ı arayan dindar kişiler değiller, fakat düşüncelerini şöyle ifade etmişler:
Fred Hoyle şunları söyledi,
“Bulguları sağduyuyla değerlendirdiğimizde üstün bir aklın fizikle, aynı zamanda kimyayla ve biyolojiyle oynadığını görüyoruz… Bulguların ortaya koyduğu rakamlarla hesaplamalar yaptığımızda çıkan sonuçlar bu görüşü bence tartışmasız bir şekilde kanıtlıyor.” (Fred Hoyle, “The Universe: Past and Present Reflections.” Engineering and Science, November, 1981. ss. 8–12)
Stephen Hawking’in çalışma arkadaşı Roger Penrose da şöyle diyor,
Bence evrenin bir amacı var. Öylesine şans eseri oluşmuş olamaz.” (See A Brief History of Time (1991) film script – springfieldspringfield.co.uk)
Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz, elimizdeki en güçlü bilimsel deliller evrenin yaşam için tasarlanmış olduğunu göstermektedir. Bu tasarımın kanıtlarını tüm bilim dallarında görmek mümkündür.
Evrenin yaşamı destekleyecek şekilde dizayn edildiğini gösteren bu bilimsel alanlara bir bakalım. Üç geniş uzaysal boyuta sahip ve aynı zamanda zaman boyutu da olan bir evrende yaşıyoruz. Fakat aynı zamanda evren farklı olsaydı, iki veya bir boyuta sahip olsaydı neler olurdu bunu analiz edebiliyoruz. Üç, dört veya beş uzay boyutunu da değerlendirebiliyoruz. Ya da çoklu zaman boyutlarını. Şu soruyu sorabiliriz: Eğer sadece iki uzaysal boyut olsaydı ne olurdu? Yapılan çalışmalara göre iki veya daha az uzay boyutu olsaydı, evren hayatı destekleyecek kadar komplike olamazdı. İki boyutta yaşayan bir hayvan düşünün. Eğer hayvanın gıdayı alacağı bir yol ve atıkları atacağı farklı bir yol olduğu düşünülürse, iki boyutlu bir dünyada bu yollar hayvanı ortadan ikiye bölecektir. Gıdanın geldiği yönden geri çıkabileceğini söyleyebilirsiniz, ama asıl noktayı kaçırmış olursunuz. İki boyutlu bir uzayda, hayatın gerektirdiği kompleksliği sağlayacak yeterince bağlantı kurmak mümkün değildir. Bu sadece besinin geldiği yoldan gitmesi ile ilgili değildir. Bundan çok daha temel bir gerekliliktir.
Eğer bir veya iki boyutun çok basit olduğunu düşünüyorsanız, peki o zaman daha fazla boyuta sahip olsaydık, bu daha mı iyi olurdu, daha fazla komplekslik mi eklerdi? Bunun da doğru olmadığı anlaşılıyor. Eğer dört, beş ya da daha fazla boyut olsaydı kararlı yörüngeler olmazdı. Bu iki anlama gelir, daha fazla uzaysal boyut olsaydı atomlar kararlı olmazdı. Bu da yaşam için gerekli olan karbon, azot ve oksijen gibi atomların var olmayacağı anlamına gelir. Bu durumda gezegenler de kararlı olmayacak, yıldızların çevresinde kararlı yörüngelerde dönmeyeceklerdir. Ya yıldızlara doğru hızla sarmal yaparak çarpacaklar ya da uzaya savrulacaklardı. Bu durumda üçten fazla uzaysal boyut olması halinde yaşam için gerekli olan iki temel şart yerine getirilemezdi. Yaşam için gereken atomlar var olamaz ve gezegenler de bulunamazdı.
Zaman boyutunun sayısının değiştirilmesi ise durumu daha sorunlu hale getirir. Bu şemaya baktığınızda gördüğünüz gibi zaman boyutunun sayısını değiştirdiğinizde, fiziğin bilinemez olduğu yerlere girmiş olursunuz. Şimdi, şunu söyleyebilirsiniz, ben zaten fizikten anlamıyorum öyleyse fiziğin tahmin edilebilir olması neyi değiştirir? Fakat bunun çok daha temel bir prensip olduğunu görüyoruz. Çünkü eğer fizik öngörülemez olursa, o zaman şu an yapılan ölçümler size geçmiş hakkında hiçbir bilgi vermeyecek, gelecekte olacaklar hakkında da bir fikir edinemeyeceksiniz. Fiziğin tahmin edilebilir olması hayat için temel bir gerekliliktir. Tüm canlıların çevresini algılayabilmesi gerekir ve bu şekilde yiyeceğin veya tehlikenin nereden geleceğini bilir. Fizik öngörülemez olduğunda bu imkansızdır. Dolayısıyla yaşam için gerekli olan temel şartlar herhangi bir evrende var olamaz, ancak üç geniş uzaysal boyuta ve bir zaman boyutuna sahip bir evrende bulunabilir.
Şimdi dikkatimizi fizik kanunlarına çevirelim. Özellikle de karbon, oksijen ve azotun evrende nasıl var olduğunu bakalım. Bunu anlamak için evrenin zaman içinde nasıl şekillendiğini incelememiz gerekir. Big Bang kozmolojisinde ilk birkaç dakika sonrasında evrende var olan elementler yalnız hidrojen ve helyumdur. Ayrıca eser miktarda lityum ve berilyum bulunur fakat şu an için bunları dikkate almayabiliriz. Bundan daha ağır tüm elementler örneğin karbon, azot ve oksijen yıldızların içinde üretilir. Bu nedenle Lawrence Krauss’un sözleri bu yönüyle doğrudur, vücutlarımızda bulunan karbon, azot ve oksijen yıldız patlamalarından geriye kalan yıldız tozlarıdır. Ne var ki bilim adamları yıldızların karbon ve oksijeni nasıl ürettiklerini incelerken yaşamın var olması için üretilmesi gerektiğini düşündükleri miktardan çok azının bulunduğunu gördüler. Ancak çok şaşırtıcı bazı olayların gerçekleşmesiyle bunun gerçekleşmesinin mümkün olabileceğini fark ettiler.
Karbon üretiminin bu kadar güç olmasının nedeni karbon atomunun oluşması için üç helyum çekirdeğinin aynı anda bir araya gelmesi gerekmesidir. Karbon, üç proton ve üç nötrondan oluşur. Her bir helyum atomunda da iki proton ve iki nötron vardır. Karbon oluşturabilmek için üç helyumun aynı anda bir araya gelmesi gerekir. Bu aynı anda üç atomun bir araya gelmesini gerektirdiği için son derece yavaş bir tepkimedir. Ancak bilim adamları daha derinlemesine incelemeye geçtiklerinde karbonun oluşumunda iki önemli faktörün rol aldığını gördüler. Öncelikle iki helyum atomu bir araya geldiklerinde bir berilyum-8 çekirdeği oluşturabilirler. Berilyum-8 kararlı değildir ama bir süre var olmaya devam edebilir. Bu da, karbonun oluşması için sadece bir tane daha helyum çekirdeğinin buna çarpması gerektiği anlamına gelir. Bu iki atomu içeren bir tepkime olduğu için reaksiyon önemli ölçüde hızlanır. Dolayısıyla karbonun oluşturulması için berilyum-8 çekirdeği tepkimeyi hızlandırma görevi yapar.
Bununla birlikte, meta kararlı berilyum-8 çekirdeği olsa bile, yıldızlar yeterli karbon üretemeyecekti. Eksik olan bir şey daha gerekiyordu. Bu konuyu araştıran bilim adamları, karbonu yeterli hızda üretebilecek bir çözüm bulunduğunu fark ettiler. Eğer karbon taban durumunun hemen üzerinde belirli bir enerji seviyesine sahip olursa, bu durumda reaksiyon daha hızlı gerçekleşebilecekti. Ama o tarihlerde karbonun bu enerji seviyesi bilinmiyordu. Fred Hoyle’nin öngörüleri bilim adamları tarafından araştırıldığında gerçekten bunun var olduğu görüldü. Bu şu anlama geliyordu, kararlı bir berilyum-8 çekirdeği ve karbon için son derece hassas ayarlanmış enerji seviyesi olmadan, evren yaşam için gerekli miktarda karbonu üretemezdi. Fakat evrenin yeterli miktarda karbona sahip olabilmesi için bir harikaya daha ihtiyaç vardı.
Eğer karbona bir helyum çekirdeği daha eklenirse, bu oksijeni oluşturur. Eğer oksijen benzer bir enerji durumunda olsaydı, daha doğrusu oksijenin taban durumunun üzerinde bir enerji seviyesi olduğunda, tüm karbon oksijene çevrilirdi. Bu defa yine evrende karbon kalmayacaktı. Bu durum araştırıldığında oksijenin enerji seviyesinin taban durumunun biraz altında olduğu görüldü. Tüm bunlar üç harikanın gerçekleşmesini zorunlu kılar. Berilyum-8 ancak belirli bir süre kararlı olmalıdır fakat uzun süre kararlı kalmamalıdır aksi takdirde tüm helyumu kullanır. Ancak bir başka helyumu kabul edecek süre boyunca kararlı kalır. Karbonun enerji seviyesinin de tepkimenin hızla gerçekleşmesine imkan verecek düzeyde olması gerekir fakat oksijen bu seviyede enerjiye sahip olmamalıdır böylece tümünü hızla tüketmemiş olur.
Tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde, bu muhteşem hassas dengeler sayesinde evrende yeterli miktarda karbon ve oksijen bulunduğunu görürüz. Bunların ortaya çıkartılmasında en önemli çalışmayı yapanlardan biri Fred Hoyle olmuştur. Hoyle fizik kanunlarının son derece hassas ölçülere sahip olduğunu görünce üstün bir aklın fizik, kimya ve biyolojiye müdahale ettiğini söylemişti. Bunları harika kelimesiyle ifade ediyorum, ve evrenin yaşam için gerekli olan karbon ve oksijeni üretecek şekilde dizayn edildiğine inanıyorum.
Benzer tasarım özellikleri evrende yaşam için gerekli miktarda hidrojen olmasını da sağlar. Bir kez daha evrenin ilk anlarını düşünürsek, sadece hidrojen ve helyum olduğunu görürüz. Fakat bu ilk anlarda evren hidrojenin birleşip, helyum oluşturabilmesini sağlayacak kadar sıcaktı. Yalnız bir proton veya nötron eklemek bunun oluşması için yeterli olurdu. Hidrojen bir protondan meydana gelir, aynı zamanda bir proton ve bir nötron ya da bir proton ve üç nötrondan oluşan hidrojen atomları da vardır. Farklı helyum yapılarını da gözlemleyebilirsiniz, 2 proton ve 2 nötrondan oluşan helyum atomları vardır ve toplamında en fazla dörde kadar çıkabilir. Protonların ve nötronların toplamda 5 parçacık oluşturduğu bir atom bulunmaz. Çünkü evrenin ilk anlarında bu gerçekleşseydi, evrende bulunan hidrojenin tamamı füzyonla bu ağır elementlere dönüşecekti. Bu demektir ki 5-nükleon veya 8-nükleon içeren bir element bulunmaz. Ancak bu sayede evrende hidrojen yüksek miktarda bulunabilir, evrende bulunan atomların yüzde 75 kadarı hidrojendir. Eğer 5-nükleon veya 8-nükleon yapıda atom bulunsaydı, hidrojenin tamamı bir başka şey ile birleşirdi. Hidrojen bulunmadığında, suyun oluşması mümkün olmayacaktır.
Örneğin protonların ve nötronların bir araya gelmelerini belirleyen güçlü nükleer etkileşimi inceleyebiliriz. Yine elektrik yüklerinin birbirleriyle etkileşimlerini belirleyen elektromanyetik kuvvete de bakabiliriz. Bunu bir şemada incelediğimizde dikkatimizi çeken bir şey vardır. Şu soruyu sormalıyız, “Evrende yaşamın var olması için gereken tüm koşulların hepsi nerede bir araya gelir?” Görünüşe bakılırsa eğer burada aşağıda olursa karbon kararlı olmayacaktır. Yukarıda bu noktaya baktığınızda yalnız ışık hızına yakın hareket eden atomları bulursunuz. Bunlar yaşam için elverişli değildir. Burada yukarıda tüm protonlar birleşecek ve geriye hiçbir hidrojen kalmayacaktı. Tüm bunlar gösteriyor ki bu hesaplamaların tamamını yaptığınızda yaşam için tüm şartları karşılayan tek uygun yer bu küçücük alandır. Tüm fizik kanunlarının bir araya getirildiği farklı şekilleri düşünsek, bunların içinde yalnız çok küçük bir alanda yaşam için ihtiyaç duyulan elementler meydana gelebilir. Bu bizim hayatı destekleyecek şekilde tasarlanmış bir evrende yaşadığımızı açıkça gösterir. Bu da tasarımın varlığına, evreni bir amaç için var eden bir Yaratıcı’nın varlığına işaret eder.
Şimdi evimizi biraz daha yakından inceleyelim. Gezegenimize biraz daha yaklaştığımızda Dünyanın etrafında yörüngesinde dönen Ayın da bir ölçüyle yerleştirildiğinin kanıtlarını görüyoruz. Geceleri seyredilmesi güzel olmakla kalmıyor, Ay gerçekten önemli. Jüpiter ve Satürn’ün Dünyamızın uydusu Aydan daha büyük olan uyduları var. Fakat ana gezegenin boyutuyla karşılaştırıldığında, Dünyanın uydusu Ay kendi başına bir kategori oluşturuyor.
Ayın dev boyutu, Dünyanın yaşama ev sahipliği yapabilmesi açısından son derece önemli. Ay, Dünyanın dönme eksenini kararlı hale getiriyor. Dünya bir eksen etrafında dönüyor ve Ay ise herhangi bir kayma olmaması için bu dönme eksenini sabitliyor. Ay bu kadar büyük olmasaydı, Dünyanın dönme ekseni kararsız halde yalpalayacak ve sonucunda Dünya üzerinde felaketlerle sonuçlanacak büyük iklim değişiklikleri oluşacaktı. Ay bu yalpalamayı engeller ve Dünya bu sayede milyarlarca yıldır yaşama elverişli bir iklimi koruyabilir. Belki daha da önemlisi ayın büyüklüğü aynı zamanda Dünyada tektonik faaliyetlerin oluşmasını sağlayan kritik ısıyı temin eder.
Depremlerin ve yanardağların kötü şeyler olduklarını düşünebilirsiniz, fakat bunlar Dünya üzerinde iklimlerin düzenlenmesi için hayati olan tektonik faaliyetlerdir. Şöyle ki, Güneşin, Ayın ve Dünyanın arasındaki yerçekimi etkisi Dünyanın iç kısmının esnemesine, genleşmesine ve sıkışmasına neden olur. Bu ısı sonucunda Dünya yüzeyindeki plaka tektoniği gerçekleşir. Bilim adamları Dünyanın bu kadar büyük bir Aya nasıl sahip olduğunu anlamaya çalışırken, Dünyanın ilk zamanlarında dev bir çarpışma gerçekleştiğini fark ettiler. Ama bu çarpışmanın tam doğru zamanda doğru hızda, doğru açıda ve doğru boyutlu bir cisimle meydana gelmesi gerekiyordu. Bu gerçekten olağanüstü bir çarpışmaydı. Ay “Dünyada yaşam olsun” diye tasarlanmış gibi görünüyordu. Ayrıca Dünyanın da tektonik faaliyetlerin ne çok fazla, ne de çok az yoğunlukta olacak şekilde tam doğru büyüklüğe sahip olduğu anlaşılıyordu. Eğer Dünya daha büyük olsaydı, plakalar çok kalın olacak ve tektonik faaliyet çok az olacaktı. Eğer Dünya daha küçük olsaydı tektonik plakalar çok daha ince olacak ve tektonik faaliyet çok fazla olacaktı. Tektonik faaliyetlerin tam doğru olmasını sağlayan, tam doğru büyüklükte bir gezegen üzerinde yaşıyoruz.
Hücrenin içine baktığımızda gördüğümüz tasarım kanıtlarından da bahsetmek istiyorum. Genetik şifreyi incelediğimizde U, C, A ve G harflerinden oluşan dört bileşenden oluştuğunu görürüz. Bunların tümüyle detaylarına girmeyeceğim, fakat bilgisayar programlaması açısından konuyu inceleyeceğim. Bu harflerin üçü bir araya gelerek gruplanırlar ve aminoasitlerin nasıl üretileceğini tarif ederler. Üç harfin diziliminde, her bir harfin dört olasılıktan biri olması ihtimali nedeniyle toplamda 64 farklı olasılık vardır. 4 x 4 x 4 ile bu hesaplamayı yaparsınız. Ama yaşam için kullanılan sadece 20 farklı aminoasit vardır, bu da üçünün farklı kombinasyonlarının aynı aminoasiti üreteceği anlamına gelir. Burada farklı kombinasyonlar olduğunu görüyorsunuz, iki farklı kombinasyon ile fenilalanin, lüsin elde edebiliyorsunuz. Farklı harf kombinasyonlarının yine de aynı aminoasiti ürettiğini görüyoruz. Ayrıca amino asit dizilimleri proteinlerin nasıl katlanması gerektiğini de belirler. Bazen farklı aminoasitler, yine de aynı protein katlamasını yaparlar.
Bilim adamlarının sorması gereken asıl önemli soru şudur, “protein doğru katlanıyor mu?” Bilim adamları ardından şu soruyu da sormalılar, “Bu genetik şifre bazı harflerde mutasyonlar olmasına rağmen proteinlerin doğru bir şekilde katlanmasını ve işlev yapmasını nasıl sağlayabiliyor?”
Mutasyonların gerçekleşebileceği bir ortamda yaşıyoruz. Mutasyonların gerçekleşeceğini kabul ettiğimize göre, genetik şifre yapılması gerekeni nasıl eksiksiz gerçekleştiriyor? Evet bu sorunun en kısa cevabı şu; genetik şifremiz milyonda bir gerçekleşen bir yeteneğe sahip. Aminoasit kodlaması ve protein katlamasındaki aminoasit benzerliği düşünüldüğünde, bilim adamları bu genetik kodun yani bizim genetik kodumuzun, mutasyonların neden olduğu hataları minimuma indirme yeteneğinin resmen 1 milyonda bir olduğunu fark ettiler. Eğer kaç farklı şekilde hataları düzelten bir genetik şifre yapabileceğinizi sorarsanız, bu milyonda bir olabilir ayrıca hataları düzeltme yeteneğini de buna eklemeniz gerekir. Sadece çok sayıda katmandan oluşan bir şifrelemeyi yapmakla kalmaz, bilgisayar programcılığı yönünden bakıldığında bir kodlama hatasının düzeltilmesi büyük önem taşır. Özellikle çok gelişmiş programlamalarda görüldüğü gibi çoklu kod satırları tanımlıyorsanız bu bir tasarım olduğunun açık göstergesidir.
Tüm bunlardan sonra, DNA’nın çift sarmal yapısını keşfeden Francis Crick’in şu sözleri aklıma geliyor: “Biyologlar gördükleri şeyin tasarlanmış değil, evrimleşmiş olduğunu sürekli kendilerine hatırlatmalıdırlar”. Bu sözlere katılmıyorum, bilim adamları evrene baktıklarında her ölçekte son derece hassas dengeler ve tasarımın delillerini görüyorlar. Uzay zamanın yapısında, fizik kanunlarının yapısında ve sağlamlığında, Ayın büyüklüğünde, genetik şifrede ve burada bahsetmediğimiz diğer birçok alanda muhteşem hassas dengeler görüyorlar. Bir tasarım gördüğümüzde, bir “Tasarımcının” var olduğu sonucuna varmak bana çok daha akılcı görünüyor. İşte bu “Tasarımcı” tüm evreni insanlığın yaşayabileceği şekilde yarattı.
Şimdi, üçüncü konu ise Dünya üzerindeki kanunlar ve bilimin gereklilikleri üzerine yaptığınız incelemeler. Bu aşamada bazı felsefi sonuçlara varmanız gerekiyor. Kendinize şu soruyu sormalısınız, “Hangi dünya görüşü tüm bu sonuçları karşılamaktadır?” Bunları hızla değerlendirmek istiyorum, fakat asıl varmak istediğim nokta şu olacak: Hıristiyan inancını inceledim ve bilimsel çalışma yapmak için gereken tüm bu ön koşulları karşıladığını biliyorum. Bu nedenle, “Bilim benim dünya görüşümü destekliyor” yorumunu yapan herhangi bir kişi kendisine şu soruyu yöneltmeli: “Sizin dünya görüşünüz bilim için gereken tüm ön koşulları karşılıyor mu?”
Fizik kanunlarının fiziksel evrenin her noktasında değişmez olması gerekiyor. Evren kendi içinde nesnel bir gerçeklik, sadece bir hayalden ibaret değil. Doğa kanunları belirli bir ölçüye ve düzene uygun hareket ediyorlar. Yunan mitolojisinde Zeus’un kızdığında yıldırımlar fırlatması bilimin temeli değildir. Fiziksel evren akıllı olmak zorundadır. Dünya ise akılla araştırılması gereken bir varlık, kutsal bir nitelik taşımadığı için ilah edinilemez ve tapınılamaz. Dünya güzel ve değerli bir yer ve üzerinde araştırma yapmaya değer. Siddhartha Gautama’nın sözlerinde gerçek aydınlanmanın dünyadan kopmakla olabileceğini okumuştum. Evet, eğer dünyadan kopmak istiyorsanız o zaman Dünyanın nasıl çalıştığını öğrenmek için araştırma yapmanıza gerek var mı?
Yaratıcı’nın var ettiklerini ve yaratmasını araştırmak için ampirik, deneysel yöntemlere ihtiyacımız var. Allah aslında bu konuda insanlığı teşvik ediyor ve bizlere doğaya egemen olmamızı bildiriyor. Bu gerçek bilimi destekliyor ve ilerletiyor. Aklın kullanılması bilimi Allah’ın ahlak kanunlarının vazgeçilmez bir parçası yapıyor. Belki de en önemlisi insanların evrendeki aklı keşfedecek yeteneğe sahip olmaları. Peki bu durumda ateist olanlar ne düşünüyorlar? Bu konuda CS Lewis’in bir alıntısının konuyu iyi özetlediğini düşünüyorum.
“Eğer Güneş Sistemi tesadüfi bir çarpışma ile oluştuysa, o zaman gezegenimiz üzerindeki organik yaşam da bir tesadüf eseridir, ve insanın evrimi de tümüyle bir tesadüftür. Öyleyse, şu an düşündüklerimizin tamamı da sadece tesadüftür ve atomların hareketinin tesadüfi yan ürünleridir. Bu tüm materyalistlerin ve astronomların aynı zamanda her bir kişinin düşünceleri için de geçerlidir. Eğer düşünceler örneğin materyalizm ve astronomiye ait fikirler yalnız tesadüflerin yan ürünleri ise, o zaman neden bunların doğru olduklarına inanalım? Bir tesadüfün, diğer tüm tesadüfler hakkında doğru bilgi verdiğine inanmam için hiçbir neden yok.” (http://www.goodreads.com/quotes/106602-if-the-solar-system-was-brought-about-by-an-accidental)
Eğer beynim yalnız bir tesadüf ise, neden evrenin geri kalan kısmını tanımlayabilsin? Bilim dünyasının ortaya koyduğu tüm bu çıkarımlar ve felsefi önkoşullar göz önüne alındığında, şu sorunun sorulması gerekir: “Hangi dünya görüşü tüm bu sonuçları karşılamaktadır?” İmana dayalı bir dünya görüşünde Allah tüm insanlığı bir amaç için, ahlak kurallarına uygun yaşayacak ve Allah’a tanıyıp ibadet etme isteğiyle yaratmıştır; bu görüş tüm bu sonuçları karşılamaktadır. Bir bilim adamının, bilimle uğraşması için inançlı olmak zorunda olduğunu söylemiyorum. Fakat söylediğim şu, bilim dünyasının kesintisiz ilerleme sağlaması için bir bilim adamının Allah inancına dayalı bir dünya görüşünü benimsemesi şarttır.
Bizler bilimin tarif ettiklerinin, Allah’ın bizlere bildirdikleri ile örtüştüğü bir evrende yaşıyoruz. Bu evren yaşamı destekleyecek şekilde tasarlanmış. Ve içinde yaşadığımız bu evrende Allah inancına dayanan bir dünya görüşü bilimin tüm sonuçlarını karşılıyor. Tüm bunlar bana en son elde edilen bilimsel delillerin veya evrenle ilgili bilimsel anlayışımızın en doğru ve en iyi yaratılışçı bir dünya görüşü ile tanımlandığını ve açıklandığı gösteriyor. Bu gerçekler bizi her şeyin Yaratıcısı, Allah’a ulaştırıyor.
Çok teşekkürler.
Big Bang’in Zaferi |
1948 yılında George Gamov, Georges Lemaitre’in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang’e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürdü. Buna göre evrenin Big Bang yani büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.
“Olması gereken” bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları keşfettiler. “Kozmik Fon Radyasyonu” adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang’in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Penzias ve Wilson, Big Bang’in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar. 1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve onun Nasa Ekibi, Kozmik Geri Plan Işıma Kaşifi Uydusu’nu (COBE) uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson’ın ölçümlerini doğrulaması yalnızca sekiz dakika sürdü. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı. Bilim adamları COBE’nin başarısını Big Bang’in olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı. |
Penzias ve Wilson’ın keşfettiği Kozmik Fon Radyasyonu, Big Bang’in kesin bir delili olarak bilim tarihine geçti. |
Big Bang’in bir diğer önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang’den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren, bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu.
Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi. Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savunan Dennis Sciama, ardı ardına gelen ve Big Bang’i ispatlayan tüm bu deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatır: “Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için ‘sabit durum’ teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.” (Stephen Hawking, Evreni Kucaklayan Karınca, 1993, s. 62-63) |
Bilim ve Materyalizmi Birbirinden Ayırmak |
Evrim teorisinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur, aksine Darwinist iddialar bilimsel bulgularla açıkça çatışır. Özetle evrimi ayakta tutan güç, bilim değildir. Evrim bazı “bilim adamları” tarafından hala savunuluyor olabilir, ama bunun temelinde “başka bir etken” vardır. O “başka etken”, materyalist felsefedir. Evrim teorisi, materyalist felsefenin doğaya uyarlanmış halidir ve bu felsefenin bağlıları tarafından bilime rağmen savunulmaktadır.
Evrim teorisi ile materyalizm arasındaki bu ilişki, bu kavramların “otorite”leri tarafından da kabul edilir. Örneğin Leon Trotsky, “Darwin’in buluşu, tüm organik madde alanında diyalektiğin (diyalektik materyalizmin) en büyük zaferi oldu” yorumunu yapmıştır.1 Evrimci biyolog Douglas Futuyma, “Marx’ın insanlık tarihini açıklayan materyalist teorisi ile birlikte, Darwin’in evrim teorisi materyalizm zemininde büyük bir aşamaydı.”2 diye yazar. Evrimci paleontolog Stephen J. Gould ise, “Darwin doğayı yorumlarken çok tutarlı bir şekilde materyalist felsefeyi uyguladı.” demektedir.3 Materyalist felsefe, tarihin en eski düşüncelerinden biridir ve temel özelliği maddeyi mutlak varlık saymasıdır. Bu tanıma göre madde sonsuzdan beri vardır ve var olan herşey de maddeden ibarettir. Materyalizm, bir Yaratıcı’nın var olduğu gerçeğini inkar eder. Peki ama materyalizm neden yanlıştır? Bir felsefenin doğruluğunu ya da yanlışlığını test etmenin bir yöntemi, o felsefenin bilimi ilgilendiren iddialarını bilimsel yöntemle araştırmaktır. Örneğin 10. yüzyılda bir felsefeci ortaya çıkıp, Ay’ın yüzeyinde büyülü bir ağaç olduğunu, tüm canlıların aslında o dev ağacın dallarında meyve gibi yetiştiklerini ve oradan Dünyaya düştüklerini öne sürebilirdi. Bazı insanlar da bu felsefeyi cazip bulabilir ve bunu benimseyebilirlerdi. Ancak 20. yüzyılda Ay’a gidildiğinde artık bu tür bir felsefe öne sürmenin bir imkanı kalmadı, çünkü orada öyle bir ağaç olup olmadığı bilimsel yöntemle, yani gözlem ve deneyle anlaşılabilir hale geldi. Materyalizmin iddiasını da bilimsel yöntemle sorgulayabiliriz. Maddenin sonsuzdan beri var olup olmadığını, maddenin madde-üstü bir Yaratıcı olmadan kendisini düzenleyip düzenleyemeyeceğini ve canlılığı ortaya çıkarıp çıkaramayacağını araştırabiliriz. Bunu yaptığımızda görürüz ki, materyalizm aslında çökmüştür. Çünkü maddenin sonsuzdan beri var olduğu düşüncesi, evrenin yoktan var edildiğini ispatlayan Big Bang teorisi ile yıkılmıştır. Maddenin kendisini düzenlediği ve canlılığı ortaya çıkardığı iddiası ise, adına “evrim teorisi” dediğimiz iddiadır ve baştan beri incelediğimiz gibi o da çökmüştür. Ancak eğer bir insan materyalizme inanmakta kararlıysa, materyalist felsefeye olan bağlılığını herşeyin üstünde tutuyorsa, o zaman böyle davranmaz. Eğer “önce materyalist, sonra bilim adamı” ise, evrimin bilim tarafından yalanlandığını gördüğünde materyalizmi terk etmez. Aksine, evrimi ne olursa olsun bir şekilde desteklemeye çalışarak materyalizmi kurtarmaya, ayakta tutmaya çalışır. İşte bugün evrim teorisini savunan bilim adamlarının durumu tam olarak budur. İlginçtir, bunu bazen kendileri de itiraf etmektedirler. Harvard Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve evrimci olan Richard Lewontin, “önce materyalist, sonra bilim adamı” olduğunu şöyle itiraf etmektedir: Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.4 Lewontin’in kullandığı “a priori” terimi oldukça önemlidir. Bu felsefi terim, hiçbir deneysel bilgiye dayanmayan bir ön varsayımı ifade eder. Bir düşüncenin doğruluğuna dair bir bilgi yokken, onu doğru varsayar ve öyle kabul ederseniz, bu “a priori” bir düşüncedir. Evrimci Lewontin’in açık sözle ifade ettiği gibi, materyalizm de evrimciler için “a priori” bir kabuldür ve bilimi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar. Materyalizm bir Yaratıcı’nın varlığını kesin olarak reddetmeyi zorunlu kıldığı için de, ellerindeki tek alternatif olan evrim teorisine sarılmaktadırlar. Evrim bilimsel veriler tarafından ne kadar yalanlanırsa yalanlansın fark etmez; söz konusu bilim adamları onu bir kere “a priori doğru” olarak kabul etmişlerdir. Bu ön yargılı tutum, evrimcileri “bilinçsiz maddenin kendi kendini düzenlediğine inanmak” gibi bilime ve akla aykırı bir inanışa götürür. İşte dünya çapındaki evrimci propagandanın temelinde bu materyalist dogma yatar. Batı’nın önde gelen medya organlarında, ünlü ve “saygın” kabul edilen bilim dergilerinde sürekli karşılaştığınız evrim propagandası, bu tür ideolojik ve felsefi zorunlulukların bir sonucudur. Evrim, ideolojik açıdan vazgeçilemez bulunduğu için, bilimin standartlarını belirleyen materyalist çevreler tarafından tartışılmaz bir tabu haline getirilmiştir. Diğer bilim adamları ise, kendi kariyerlerinin devamı için, bu zoraki teoriyi savunmak, ya da en azından aykırı bir ses çıkarmamak durumundadırlar. Batılı ülkelerdeki akademisyenler, “doçent”, “profesör” gibi ünvanlara ulaşmak ve bunları korumak için her yıl belirli bilim dergilerinde makale yayınlatmak zorundadırlar. Biyoloji ile ilgilenen söz konusu dergilerin tümü de materyalist evrimcilerin kontrolündedir. Bu kişiler evrim aleyhtarı bir yazının yayınlanmasına izin vermezler. Dolayısıyla her biyolog, bu egemen inanca bağlı kalarak çalışma yapmak zorundadır. Çünkü onlar da evrimi ideolojik bir gereklilik olarak gören materyalist düzenin bir parçasıdırlar. Bu yüzden tüm “imkansız tesadüf”leri gözü kapalı bir biçimde savunurlar. “Bilimsel Amacın” TanımıÜnlü bir evrimci olan Alman biyolog Hoïmar Von Dithfurt’un yazdığı bazı satırlar, bu gözü kapalı materyalist anlayışın iyi bir ifadesidir. Dithfurt canlılığın son derece kompleks yapısına bir örnek verdikten sonra, bunun rastlantılarla ortaya çıkıp çıkamayacağı sorusu karşısında şunları söyler: Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur… Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya “evet” yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır.5 Dithfurt’un da belirttiği gibi, materyalist bilim anlayışı, hayatı “doğaüstü müdahalenin” yani yaratılışın varlığını kabul etmeden açıklamayı kendisine en temel prensip olarak kabul etmiştir. Bu prensip bir kez kabul edildikten sonra, en imkansız olasılıklar bile kolaylıkla kabul edilebilir. Bu dogmatik zihniyetin örneklerini hemen hemen her evrimci çalışmada bulmak mümkündür. Evrimin Türkiye’deki önde gelen savunucularından Prof. Ali Demirsoy birçok örnekten biridir. Prof. Demirsoy’a göre, yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden Sitokrom-C’nin tesadüfen oluşması ihtimali “bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır.”6 Kuşkusuz böyle bir ihtimali kabul etmek, akıl ve sağduyunun en temel prensiplerini çiğnemek anlamına gelir. İnsan, bir kağıt parçası üzerine yazılı tek bir harf gördüğünde bile, o harfin bilinçli birisi tarafından yazıldığına emindir. İnsanlık tarihini anlatan bir kitap gördüğünde, bunun bir yazar tarafından kaleme alındığından daha da emindir. Akli dengesi yerinde olan hiç kimse, bu dev kitabın içindeki harflerin “tesadüfen” yan yana geldiğini iddia etmeyecektir. Ancak son derece ilginçtir, Prof. Dr. Ali Demirsoy, tam da bunu kabul etmektedir: Bir Sitokrom-C’nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.7 Prof. Demirsoy, “doğaüstü güçleri kabul etmemek”, yani Yaratıcı’nın varlığını reddetmek için imkansızı tercih ettiğini yazmaktadır. Oysa bilimin amacı “doğaüstü güçlerin varlığını kabul etmemek” değildir. Bilim böyle bir amaçla yola çıkmaz. Bilim hiçbir ön yargıya bağlanmadan sadece doğayı inceler ve bu incelemelerinden sonuçlar çıkarır. Eğer bu sonuçlar, evrenin her noktasında doğada doğaüstü bir aklın tasarımının hakim olduğunu gösteriyorsa -ki böyledir-, bilim elbette bunu kabul etmelidir. Dikkat edilirse, aslında “bilimsel amaç” diye ifade edilen şey, sadece maddenin var olduğu ve tüm doğanın da sadece maddi etkenlerle açıklanabileceği yönündeki bir dogmadır. Bu ise “bilimsel amaç” vs. değil, doğrudan materyalist felsefedir. Materyalist felsefe, “bilimsel amaç” gibi yüzeysel sözlerin ardına gizlenmiştir ve bilim adamlarını gerçekte bilim dışı kabullere zorlamaktadır. Nitekim Demirsoy, bir başka konudan, hücredeki mitokondrilerin kökeninden söz ederken, tesadüf açıklamasını “bilimsel düşünceye oldukça ters gelmesine rağmen” kabul ettiğini açıkça belirtir: … Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların biraraya toplanmasını gerektirir… Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız.8 Tüm bu satırlardan anlıyoruz ki evrim, gerçekte bilimsel araştırmaların sonucunda ortaya çıkan bir teori değildir. Aksine, bu teori materyalist felsefenin gereklerine göre önce masa başında üretilmiş ve sonra da bilimsel gerçeklere rağmen kabul ettirilmeye çalışılan bir tabuya dönüşmüştür. Yine evrimcilerin yazdıklarından anladığımız üzere, tüm bu çabanın bir de “amacı” vardır ve bu amaç, her ne pahasına olursa olsun canlıların yaratılmamış olduklarını savunmayı gerektirmektedir. Şoklardan KaçmamakAz önce de vurguladığımız gibi, madde ötesinin (ya da “doğaüstü”nün) var olduğunu kesinlikle reddeden düşünce, materyalizmdir. Bilim ise, böyle bir dogmayı kabul etmek zorunda değildir. Bilim, doğayı incelemek ve sonuçlar çıkarmakla yükümlüdür. Ve bilim, söz konusu gerçeğe, yani canlıların yaratılmış olduğu gerçeğine ulaşmaktadır. Bu, bilimsel bulgular tarafından ortaya konan bir açıklamadır. Canlılardaki olağanüstü kompleks yapıları incelediğimizde, bunların asla doğa kanunlarıyla ve rastlantılarla açıklanamayacak kadar olağanüstü özelliklere sahip olduklarını görürüz. Her olağanüstü özellik, kendisini meydana getiren üstün bir aklın göstergesidir. Canlılık da, üstün bir güç ile yaratılmıştır. Bu güç madde ötesi bir akla aittir. Bu akıl, tüm doğaya egemen ve sonsuz bir güce sahip, Rabbimiz olan Allah’ın aklıdır. Kısacası hayat ve canlılar, yaratılmışlardır. Bu materyalizm gibi dogmatik bir inanç değil, bilimsel gözlem ve deneylerin ortaya çıkardığı açık bir gerçektir. Bu gerçeğin, materyalizme inanmaya ve materyalizmi bilim sanmaya alışmış olan bilim adamlarında bir şok meydana getirdiğini görüyoruz. Bakın bu şok, bugün dünyada evrim teorisine karşı çıkan en önemli isimlerden biri olan Michael Behe tarafından nasıl ifade ediliyor: Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok.9 İnsanlık bilimin gelişmesiyle birlikte Dünyanın düz olduğu ya da evrenin merkezinde yer aldığı gibi dogmalardan kurtulmuştur. Hayatın tasarlanmadan, kendi kendine oluştuğu şeklindeki materyalist ve evrimci dogmadan da kurtulmaktadır. Bu durum karşısında gerçek bir bilim adamına düşen görev ise, materyalist dogmaları tamamen terk ederek, hayatın ve canlıların kökeni konusunu objektif şekilde ve samimiyetle değerlendirmektir. Gerçek bir bilim adamının yapması gereken “şoklardan kaçmamak”tır. Bilimsel gerçekleri tarafsız olarak ele almak ve 19. yüzyılın köhne materyalist dogmalarına bağlanarak imkansız senaryoları savunmaktan vazgeçmek bilimin gelişmesine vesile olacaktır. |
Evrenin Yaratılışına Dair Kuran’daki İşaretler |
Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir. Önceleri ateist olan fakat sonradan Yaratılış’ı kabul eden ünlü felsefeci Anthony Flew’un ifadesiyle, Big Bang ile birlikte “bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir.”
Bu, evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğidir ve bu gerçek bilimin keşfinden binlerce yıl önce, Allah’ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes kitaplarda bildirilmiştir. Tüm İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane kitap olan Kuran’da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler verilmektedir. Kuran ile 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler, 20. yüzyıl biliminin bulgularına tamamen paraleldir. Öncelikle evrenin “yok” iken “var” hale geldiği, Kuran’da şöyle haber verilir: O (Allah) gökleri ve yeri örneği olmaksızın, yoktan yaratandır… (Enam Suresi, 101) Zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran’da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğudur: O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) |
Üstteki ayetin Arapça orjinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin “birbiriyle bitişik” olarak tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça sözlüklerde “birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış” anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki “ayırdık” ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil “ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması” anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.
Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin ratk olduğu bir durumdan bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang’in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm “gökler ve yer” bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani dışarı çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır. Kuran’da bildirilen bir başka gerçek ise, bilim tarafından ancak 1920’lerin sonunda fark edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir. Hubble’ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya çıkan bu gerçek, Kuran’da şöyle bildirilir: Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47) Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah’ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah’tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir. |
Evrenin Bir Başlangıcı Olduğu ile İlgili Darwinistlerin İtirafları |
Yirminci yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. “Statik Evren Modeli” (Sabit Durum Teorisi) adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.
Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Günümüzde ise evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla (Big Bang) yaratıldığı modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, aksine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bu gerçek hakkında Darwinist bilim adamları da itiraflarda bulunmaktadırlar: Anthony Flew (Ünlü ateist felsefeci):İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.10 Dennis Sciama (Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini savundu):Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için ‘sabit durum’ teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.11 Stephen W. Hawking:Neden evren zamanın bir ucunda, geçmiş diye adlandırdığımız bir ucunda yüksek bir düzen durumu içinde olmalıdır? Neden bütün zamanlar boyunca tamamen bir düzensizlik içinde değildir? Düzensizlik içinde olması çok daha mümkün görülebilir. Ve neden düzensizliğin arttığı zamanın yönü neden evrenin genişleme yönü ile aynıdır? Bir muhtemel görüş Yaratıcının evrenin genişleme evresi için başlangıcında yumuşak ve düzenli bir durum seçmiş olmasıdır. Neden böyle olduğunu anlamaya çalışmamalıyız veya nedenlerini sormamalıyız, çünkü evren Yaratıcının yaratması ile başlamıştır. Aslında evrenin bütün tarihinin Yaratıcı tarafından yaratıldığı söylenebilir. Görülmektedir ki, evren çok düzenli, belirlenmiş kanunlara göre gelişmektedir.12 Prof. Fred Hoyle (Ünlü İngiliz astronom ve matematikçi):Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir.13 |
Proteinlerde Neden Doğadaki 200 Amino Asitten Sadece 20 Tanesi Kullanılır? |
||
Doğada 200’ün üzerinde amino asit bulunmaktadır. Teorik olarak doğada bulunması beklenen amino asit sayısı ise bu sayıdan çok daha fazladır. İnsan vücudunda dahi, proteinlerde kullanılanların dışında birçok amino asit vücudun metabolik fonksiyonlarında kullanılmaktadır. Peki proteinler, yanıbaşlarında başka amino asitler bulunmasına rağmen neden özellikle bu 20 amino asiti seçmektedirler?
Bu sorunun cevabını proteinlerin yapılarından ve fonksiyonlarından yola çıkarak verebiliriz. Çünkü yaşam için gerekli olan proteinler görevlerini yerine getirebilmek için belirli özelliklere sahip olmalıdırlar ve onlara bu özelliklerini sağlayan en önemli unsurlardan biri amino asitlerdir. Örneğin amino asitlerden bir bölümünün hidrofobik, yani suyu iten bir özellik taşıyan yan zincirlere sahip olması şarttır. Ve bu yan zincirler çok büyük olmamalıdır, yoksa onları proteinin içine paket ederek yerleştirmek imkansızlaşır. Bir kısım amino asitin yan zincirlerinin “alfa heliks” ve “beta tabaka” oluşumları olarak bilinen iki özelliğe sahip olmaları gerekir. Çünkü bu özellikler sayesinde protein üç boyutlu şeklini alabilmektedir ve bunlar, bu proteinin işlevini görebilmesi için gerekli olan özelliklerdir. Yapılan incelemeler sonucunda, proteinlerde kullanılan 20 amino asitin birçoğunun hidrofobik yan zincirleri olduğunu, yarısının a-heliks ve yarısının da b-tabaka özelliklerine sahip oldukları görülmüştür.
Bu 20 amino asitin özelliklerini tek tek incelediğimizde de neden proteinler için özel olarak seçilmiş olduklarını anlayabiliriz. Örneğin en küçük ve en basit amino asit olan glisin bile en önemli proteinlerden biri olan kolajen proteininde çok önemli bir göreve sahiptir. Kolajeni oluşturan her üç amino asitten biri glisindir ve küçük boyutları kolajen molekülünün tasarımında önemli bir rol oynar. Çünkü bu amino asit, proteini oluşturan zincirlerin birarada sıkıca bükülmelerini sağlar. Bu, kolajen liflerinin gerilme direncini arttırır. Bilindiği gibi, kolajen lifleri çelikten daha güçlü bir gerilme direncine sahiptirler. Eğer bu proteinin yapımında glisin yerine daha uzun yan zincirli başka bir amino asit kullanılsaydı, kolajen lifleri bu kadar fazla gerilme direncine sahip olamazlardı. Aynı zamanda, glisin olmasaydı, kolajen lifleri canlıların hücrelerini birbirine yapıştıracak güce de sahip olamazlardı. Yukarıda kısaca anlatıldığı gibi, proteinleri oluşturan 20 amino asitin, doğada bulunan 200 amino asitin arasından seçilmelerinde bir bilinç ve plan vardır. Eğer bu seçim rastgele olsaydı, hayatın devamı için gereken proteinler asla oluşamazlardı. Tek bir amino asitin olması gerekenden farklı olması, hayati bir fonksiyonun çökmesi anlamına geleceği için canlılıktan sözetmek de mümkün olmazdı. Görüldüğü gibi, canlılığın her aşamasında çok akılcı bir seçim ve düzen vardır. |
Kâinatı Tesadüfler Değil, Allah Yaratmıştır |
Evren Yüce Allah’ın “Ol” demesiyle an içinde yaratılmıştır ve bu kadar kısa sürede yaratılan evren müthiş bir çeşitliliğe ve uyuma sahiptir. Tüm evreni Allah’ın yaratması insanlar için çok büyük bir nimettir. Çünkü bu, sonsuz üstün aklın sahibi Allah’ın kontrolü altında olduğumuzu gösterir.
Uzay ve tüm varlıkları içinde barındıran evren, kusursuz bir yaratılışa eşsiz sistemlere, canlıların yaşayabilmeleri için gereken tüm şartların var olduğu bir ahenk ve düzenin olduğu Dünyamıza sahiptir. Özellikle 20. ve 21. yüzyılda elde edilen tüm bulgular evrenin kusursuz bir plan ve yaratılışın sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bilimin gösterdiği tek gerçek, evreni, üstün bir akla ve sonsuz bir güce sahip olan Yüce Allah’ın yarattığıdır. Gözlemlenebilen EvrenAraştırmacılar evrenin yaşını 13,8 milyar olarak hesaplamaktadırlar. Ancak bu hesaplamada ışık hızı ve mesafe arasındaki bağ göz önüne alınır ve Dünyadan 13,8 milyar ışık yılı uzaklıktaki mesafe gözlemlenebilir. Bu okyanus ortasındaki bir gemiden yalnızca belli uzaklıktaki alanı görmeye benzetilebilir. İşte bilim adamları da teleskopları ile Dünyadan 13,8 milyar ışık yılı uzaklığı gözlemleyebilmektedir. “Gözlemlenebilir” kelimesinin kullanılmasından anlaşılacağı gibi, bu mesafeden daha uzak bir alanın varlığını henüz bilemiyoruz. Bu nedenle hem evrenin yaşı hem de boyutları hakkında daha net bilgiler elde etmemiz mümkün değil. Ancak bugün bilimsel olarak kanıtlanan gerçek, henüz tam olarak gözlemleyemediğimiz evrenin sürekli genişlediğidir. Yaşını da hesaplayamadığımız bu evrenin bir diğer ilginç özelliği de “Big Bang veya Büyük Patlama” adı verilen bir patlama ile yoktan yaratıldığıdır. İştebu muhteşem boyutlardaki evren Yüce Rabbimiz’in emri ile kusursuz bir düzen içinde varlığını sürdürmektedir. Yüce Allah kainattaki bu kusursuz yaratılışı Kuran’da haber verirken bize Zatı’nın Yüce varlığını da hatırlatmaktadır: O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) Süpernovaların Evrendeki Hassas GörevleriDev bir yıldız, büyük bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine büyük bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir. Bu şekilde bir yıldızın patlayarak dağılması, süpernova olarak adlandırılır. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak işin dikkat çekici olan yanı, ilk bakışta sıradan birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature’s Destiny adlı kitabında şöyle yazar: Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır. (Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 11) |
Güneş Sistemindeki Mükemmel DüzenEvrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi’dir. Güneş Sistemi’nde 8 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş’e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs’tür. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünyadır. Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin “merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş’in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir. Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş’e yapışmaktan ya da Güneş’ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Yüce Allah bir ayetinde yarattığı bu mükemmel düzeni şöyle bildirir: Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Yasin Suresi, 40) Evrendeki çok sayıda irili ufaklı gezegenin her biri büyük bir düzenin kritik önem taşıyan parçalarını oluşturur. Hiçbirinin ne uzaydaki konumları, ne de hareketleri gelişigüzeldir; tam tersine bildiğimiz bilmediğimiz detaylarıyla özel olarak ayarlanmış, belli bir amaç üzerine yaratılmışlardır. Nitekim evrendeki dengeleri etkileyen sayısız kriterden sadece gezegenlerin konumlarındaki değişim bile içiçe geçmiş dengeleri altüst etmek, karmaşaya sebep olmak için yeterli olabilir. Ancak bu dengeler hiçbir zaman şaşmaz ve evrendeki mükemmel düzen de hiçbir aksaklığa uğramadan devam eder. İşte bu, üstün güç sahibi olan Allah’ın kusursuz yaratmasıdır. |
Dipnotlar
1- Alan Woods, Ted Grant. “Marxism and Darwinism”, Reason in Revolt: Marxism and Modern Science, London: 1993
2- Douglas Futuyma, Evolutionary Biology, 2. Baskı, Sunderland, MA: Sinauer, 1986, s.3
3- Alan Woods, Ted Grant, “Marxism and Darwinism”, Reason in Revolt: Marxism and Modern Science, London: 1993.
4- Richard Lewontin, “The Demon-Haunted World”, The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28.
5- Hoimar Von Ditfudrth, Dinozorların Sessiz Gecesi, cilt 2, Çev. Veysel Atayman, 2. Baskı, İstanbul: Alan Yayıncılık, Mart 1995, s. 64.
6- Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 61.
7- Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 61.
8- Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 94.
9- Michael Behe, Darwin’s Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53
10- Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse, Cosmos, Bios, Theos, La Salle II: Open Court Publishing, 1992, s.241
11- Stephan Hawking, Evreni Kucaklayan Karınca, Alkım Kitapçılık ve Yayıncılık, 1993, s.62-63
12- Stephen W. Hawking, “The Direction of Time”, New Scientist, vol. 115, 9 Temmuz 1987, s.47
13- Fred Hoyle, The Intelligent Universe, London, 1984, s. 184-185