Evrimsel Delilsizlik ve Teorinin Biyolojik Çöküşü
19. yüzyıldan itibaren materyalistlerin en büyük odak noktası, Darwin ve Darwinizm propagandası yapmak oldu. 19. yüzyılın -günümüze kıyasla geri kalmış- bilimsel ortamı içinde doğal seleksiyon adlı bir mekanizmanın tüm canlıların gelişiminin sebebi olduğunu iddia etmek kolaydı. Fosil yatakları derinlemesine incelenmemiş, genetik bilimi keşfedilmemişti. İnsanları, o dönemin bilgisi, daha doğrusu bilgisizliği içinde olmadık senaryolarla oyalamak Darwin ve yandaşları için çok zor olmamıştı. Ama o dönemde bile, teorinin kurucularından biri olmasına rağmen Wallace’ın dikkat çektiği insan bilincinin evrimsel açıdan “açıklanamazlığı” açıkça fark edilmişti. Bilinçsiz işleyen bir mekanizma, bilincin varlığını açıklayamıyordu. Evrimciler hiçbir şuurlu olaya izin vermeyen tesadüfen gelişen olayların, her nasılsa şuur, anlayış, yetenek ve bilinç oluşturduklarını iddia ediyorlardı. Bunun hiçbir mantıklı açıklaması yoktu.
20. yüzyılda, evrim teorisi büyük bir sürpriz ile karşılaştı. Önce paleontoloji bilimi, Darwin’in “ileride bulunacağından emin olduğu” kayıp ara fosillerin hiçbirinin yeryüzünde bulunmadığını ilan etti. Yeryüzünün neredeyse tümü kazılmış ve araştırılmış, Darwin’in ve yandaşlarının beklediği ara formlar ise bulunamamıştı. Evrim teorisi için ikinci sürpriz ise keşfedilen genetik bilimi idi. Genetik, canlı formlarının, Darwin’in iddia ettiği şekilde doğal seleksiyon yoluyla değişemeyecek kadar kompleks ve değişmez bir yapıya sahip olduğunu tüm dünyaya açıkça gösterdi. Bilimsel gelişmeler, hücrenin, Darwin’in sandığı gibi içi su dolu bir baloncuk olmadığını, sayısız ve birbirinden karmaşık organelden oluşan ve akıllı mekanizmalara sahip olan indirgenemez kompleks bir yapıda olduğunu gösterdi. Keşfedilen DNA, belki de evrim teorisi için en büyük darbelerden birini oluşturuyordu. Canlının tüm genetik bilgisinin saklandığı bu dev molekül, tesadüfen meydana gelemeyecek kadar kompleks olmasının yanında, herhangi bir değişime izin vermeyecek kadar hassas bir yapıdaydı. Evrime göre canlıların birbirlerinden türeyerek değişime uğramaları, yeni türlerde başka canlılara ait yeni özelliklerin kazanılması gerekiyordu. Genetik ilminin gösterdiği gerçeklerle, bunun Darwin’in iddia ettiği şekilde olamayacağı açıkça anlaşılmıştı. Genetiğin ortaya çıkardığı kompleksliğe hiçbir bilim adamı karşı koyamıyordu.
Bunun üzerine Darwinistler, genetik yapı üzerinde değişime yol açabilecek unsurları dikkate alma ihtiyacı duydular. Bunun için kendilerince kullanabilecekleri tek mekanizma, mutasyonlardı. Neo-Darwinizm adı altında Darwinizm’in yeni düzenlemesini alelacele kurguladılar ve evrimde genetik değişimi sağlayan ikinci bir mekanizmanın yani mutasyonların devrede olduğunu iddia ettiler. Fakat, her biri bilim adamı olan bu kişiler, ilginç bir şekilde önemli bir gerçeği ihmal ediyorlardı: Mutasyonlar %99 oranında organizmaya zarar veren, %1 oranında da etkisiz kalan genetik müdahalelerdi. Kontrollü laboratuvar ortamlarında bile, mutasyonlar yoluyla canlıya yeni bir genetik bilgi kazandırıp onu daha gelişmiş farklı bir türe dönüştürmek mümkün değildi. Tam tersine, gerçekleştirilen her mutasyon, canlının sakat kalmasına veya ölmesine sebep oluyordu. Kontrolsüz doğa ortamında rastgele meydana gelen mutasyonların ise bir canlıya nasıl etki edeceği ortadaydı.
Paleontolojinin ortaya çıkardığı sonuçlar ve genetik biliminin gerçekleri karşısında evrimciler sürekli olarak teorilerinde düzenlemelere gittiler. Genetik bilimi doğal seleksiyonu saf dışı edince mutasyonlara, paleontoloji fosil kayıtlarını ortaya çıkarınca da sıçramalı evrim iddiasına sarıldılar. Bilimsel gelişmelerin evrim aleyhine verdiği inkar edilemez tüm deliller, evrim teorisini tümüyle açıklamasız bırakıyor, onu çürümüş bir teori haline getiriyordu. Teori üzerinde yapılan yeni düzenlemeler de, evrimciler açısından hiçbir zaman sonuç getirmedi. Çünkü evrimin lehine tek bir delil bile bulunmuyordu.
Teori, savunduğu her konuda açıklamasızdı. Evrimciler tarafından ortaya atılan iddialar bilimsel olarak çürütülmüştü. Ama öyle bir konu vardı ki, evrimciler, iddialarının başından beri bu konuda çözümsüz olduklarını biliyorlar ve bunu açıkça itiraf ediyorlardı. Bu, Alfred Wallace’ın henüz teoriyi ortaya atarken “evrimsel olarak gelişmesi imkansız” dediği “bilinç” idi.