İnsan genomu projesi hakkında Darwinist – materyalist yanılgılar
Bugün insanın gen haritasının çıkarılmış olması “insan ile maymun akrabadır” gibi bir sonuç ortaya koymamıştır. Evrimcilerin her yeni bilimsel gelişmeyi olduğu gibi bunu da istismar etmeye çalışmalarına aldanmamak gerekir.
Bilindiği gibi içinde bulunduğumuz günlerde İnsan Genomu Projesi çerçevesinde insanlığın gen haritasının çıkarılması önemli bir bilimsel gelişme olmuştur. Ancak bu projenin bazı sonuçları bazı evrimci yayınlarda çarpıtılmaktadır. Şempanzelerin genlerinin insan genleri ile yüzde 98 benzerlik gösterdiği iddia edilmekte ve bunun maymunların insana yakın olduğunun ve dolayısıyla evrim teorisinin bir delili olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekte bu, evrimcilerin, toplumun bu konulardaki bilgisizliğinden faydalanarak ortaya attıkları “sahte” bir delildir.
% 98 Benzerlik İddiası Yanıltıcı Bir Propagandadır
Öncelikle belirtmek gerekir ki evrimcilerin insan ve şempanze DNA’ları hakkında sık sık ileri sürdükleri %98 benzerlik kavramı aldatıcıdır.
İnsanla şempanzenin genetik yapısının %98 birbirine benzer olduğunu iddia etmek için şu anda insanınkinin olduğu gibi şempanzenin de genetik haritasının çıkarılması, ikisinin karşılaştırılması ve bu karşılaştırma sonucunun elde edilmiş olması gerekir. Oysa elde böyle bir sonuç yoktur. Çünkü, şu ana kadar yalnızca insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır.
Gerçekte, zaman zaman gündeme gelen insan ve maymun genlerinin %98 benzerliği yıllar önce kasıtlı üretilmiş propaganda amaçlı bir slogandır. Bu benzerlik insanda ve şempanzede bulunan 30-40 civarındaki bazı temel proteinin amino asit dizilimlerinin benzerliğinden yola çıkılarak yapılmış olağanüstü abartılı bir genellemedir. Bu proteinlere karşılık gelen DNA dizilimleri üzerinde “DNA hibridizasyonu” adı verilen bir yöntemle “sekans analizi” (sequence analysis) yapılmış, ve sadece bu sınırlı sayıdaki proteinler karşılaştırılmıştır.
Oysa insanda yüz bin civarında gen ve dolayısıyla bu genlerin kodladığı 100 bin kadar protein vardır. Bu yüzden, 100 bin proteinin sadece 40 tanesinin benzemesiyle insan ve maymunun bütün genlerinin %98 aynı olduğunu iddia etmenin hiç bir bilimsel dayanağı yoktur.
Kaldı ki, söz konusu 40 protein üzerinde yapılan DNA karşılaştırması da tartışmalıdır. Bu karşılaştırma, 1987 yılında Sibley and Ahlquist adlı iki biyolog tarafından yapılmış ve Journal of Molecular Evolution dergisinde (sayı 26, s. 99-121) yayınlanmıştır. Oysa daha sonra bu ikilinin verilerini inceleyen Sarich isimli bilim adamı, kullandıkları yöntemin güvenilirliğinin tartışmalı olduğu ve verilerin abartılı yorumlandığı sonucuna varmıştır. (Sarich et al. 1989. Cladistics 5:3-32) Bir başka biyolog olan Dr. Don Batten, 1996 yılında konuyu incelemiş ve gerçek benzerlik oranının % 98 değil % 96.2 olduğu sonucuna varmıştır. (C. E. N. 19(1): 21-22, Aralık. 1996-Şubat. 1997)
İnsan DNA’sı, Solucan, Sinek veya Tavuğa da Benzemektedir!
Kaldı ki bu söz konusu temel proteinler diğer pekçok farklı canlılarda da bulunan ortak hayati moleküllerdir Yalnızca şempanzede değil, bütünüyle farklı canlılarda bulunan aynı tür proteinlerin de yapısı insandakilerle çok benzerdir.
Örneğin, New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA’larında %75’lik bir benzerlik ortaya koymuştur. (New Scientist, 15 May 1999, s. 27).
Öte yandan geçtiğimiz aylarda Türk medyasına da yansıyan bir bulgu, Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri karşılaştırıldığında, % 60’lık bir benzerlik çıktığı yönündedir. (Hürriyet, 24 Şubat 2000)
Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi’ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinleri karşılaştırılmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır. (New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)
Evrimcilerin “insan ile maymun arasındaki genetik benzerlik” konusunda kullandıkları bir diğer örnek ise insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasıdır. Evrimciler, kromozom sayılarının yakınlığını evrimsel bir ilişkinin göstergesi sayarlar. Oysa eğer evrimcilerin kullandığı bu mantık doğru olsaydı, insanın şempanze kadar yakın bir akrabası daha olması gerekirdi: “Patates”! Çünkü patatesin kromozom sayısı ımaymununkiyle aynıdır: 48.
Bu örnekler, genetik benzerlik kavramının evrim teorisine bir delil oluşturmadığını göstermektedir. Çünkü genetik benzerlikler iddia edilen evrim şemalarına uymamakta, aksine bunlara tamamen ters sonuçlar vermektedir.
Genetik Benzerlikler, Kurulmak İstenen “Evrim Şeması”nı Alt-Üst Etmektedir
Nitekim olaya bir bütün olarak bakıldığında, “biyokimsayal benzerlikler” konusunun evrime delil olmadığı, aksine teoriyi çaresiz bıraktığı görülmektedir. South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden biyokimya araştırmacısı Dr. Christian Schwabe, moleküler alanda evrime delil bulabilmek için uzun yıllarını vermiş evrimci bir bilim adamıdır. Özellikle insülin ve relaxin türü proteinler üzerinde incelemeler yaparak canlılar arasında evrimsel akrabalıklar kurmaya çalışmıştır. Fakat çalışmalarının hiçbir noktasında evrime herhangi bir delil elde edemediğini pek çok kereler itiraf etmek zorunda kalmıştır. Bir makalesinde şöyle demektedir:
“Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metod olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.” (Christian Schwabe, “On the Validity of Molecular Evolution”, Trends in Biochemical Sciences, c. 11, Temmuz 1986)
Ünlü biyokimyacı Prof. Michael Denton da moleküler biyoloji alanında elde edilen bulgulara dayanarak şu yorumu yapar:
“Moleküler düzeyde, her canlı sınıfı, özgün, farklı ve diğerleriyle bağlantısızdır. Dolayısıyla moleküller, aynı fosiller gibi, evrimci biyoloji tarafından uzun zamandır aranan teorik ara geçişlerin olmadığını göstermiştir… Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin “atası” değildir, diğerinden daha “ilkel” ya da “gelişmiş” de değildir… Eğer bu moleküler kanıtlar bundan bir asır önce var olsaydı… organik evrim düşüncesi hiçbir zaman kabul görmeyebilirdi.” (Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 290-91)
Sonuç: Benzerlikler, Evrimin Değil Yaratılışın Delilidir
Bütün bunlar, benzerliğin evrime delil olmadığını açıkça göstermektedir. Evrimcilerin bu konuda yaptıkları şey, binlerce farklı bilimsel bulgudan sadece işlerine yarayan tek bir tanesini ön plana çıkararak toplumu aldatmaya çalışmaktadır. Örneğin maymun ile insan proteinlerinin bazıları birbirine benzerdir. İşte sadece bunları gösterip “bakın maymun insana benzerdir, demek ki onun atasıdır” demektedirler. Oysa bir başka proteine bakıldığında, bu kez insan tavuğa veya solucana benzer çıkabilmektedir. Tabloya bir bütün olarak bakıldığında ise, Prof. Denton’ın üstteki ifade ettiği sonuç ortaya çıkmaktadır: Moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin “atası” değildir, diğerinden daha “ilkel” ya da “gelişmiş” de değildir…
Elbete insan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerlikleri olacaktır; çünkü aynı elementlerden oluşmakta, aynı suyu ve atmosferi kullanmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla genetik yapıları birbirine benzeyecektir. Ama bu “ortak malzeme”, bir evrimin değil “ortak tasarımın”, yani hepsinin aynı plan üzerine aynı Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalarının sonucudur.
Bir örnek konuyu açıklayabilir: Dünya üzerindeki tüm inşaatlar da benzer malzemelerlerle (tuğla, demir, çimento vs.) yapılılır. Ama bu durum bu binaların birbirlerinden “evrimleştikleri” anlamına gelmez. Ortak bir malzeme kullanılarak, ayrı ayrı inşa edilirler. Canlıların durumu da böyledir.
Canlılık evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.
Yaşamın Bilgi Bankası DNA
Gelişen bilimin ortaya çıkardığı tablo, canlıların asla tesadüflerle ortaya çıkamayacak kadar kusursuz bir düzenliliğe ve son derece kompleksbir yapıya sahip olduğudur. Bu ise canlıların üstün bir güç ve bilgi sahibi olan bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarının bir delilidir. Örneğin son günlerde, İnsan Genomu Projesi vesilesi ile gündemde olan insan genindeki kusursuz yapı, yani Allah’ın eşsiz yaratması, bir kere daha gözler önüne serilmektedir.
Bu proje çerçevesinde Amerika’dan Çin’e kadar birçok ülkeden bilim adamları, 10 yıldır DNA’da yer alan 3 milyar kimyasal harfi okumak ve sıralarını belirlemek için uğraştılar. Ve bunun sonucunda, insana ait 22. kromozomda yer alan bilgilerin %85’i doğru olarak dizilebildi. Bu her ne kadar heyecan verici, önemli bir gelişme olsa da, İnsan Genomu Projesi’nin başında bulunan Dr. Francis Collins’in de “İnsanın kullanım kılavuzunda ilk defa bir bölümü tamamlayabildik” sözleriyle belirttiği gibi, DNA’daki bilginin deşifresi için henüz ilk adım atılmıştır.
Bu bilginin deşifresinin neden bu kadar uzun sürdüğünü anlayabilmek için DNA’ya sığdırılan bilginin genişliğini anlamak gerekir.
Küçük Bir Noktadaki Büyük Banka
DNA’nın yapısı bu yüzyılın ortalarına kadar bilinmiyordu. Canlı hücrelerindeki çekirdeklerin içinde yer alan bu dev molekül, ancak 1950’lerde keşfedildi. DNA’nın yapısını keşfeden iki evrimci bilim adamı, James Watson ve Francis Crick, karşılaştıkları bu yapı karşısında hayrete düşmüşlerdi. Çünkü buldukları bu kompleks yapının kökenini evrim mantıklarıyla-yani tesadüfle-açıklamak mümkün değildi. Francis Crick bir süre sonra bu gerçeği açıkça itiraf edecek ve DNA’nın kökeninin ancak bilinçli bir tasarımla açıklanabileceğini kabul edecekti.
DNA, hücrenin çekirdeğinde bulunan ve o canlı ile ilgili tüm bilgileri barındıran bir bilgi bankasıdır. Örneğin bir insanın yüz şeklinden, parmaklarının uzunluğuna, yanağındaki gamzeden kaşının şekline kadar DNA’da kayıtlıdır. DNA’daki bilgi, bu uzun molekül zincirini oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G ve C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar.
İnsan DNA’sındaki bilgi, neredeyse bir futbol sahasını dolduracak kadar çok ansiklopedideki bilgiye eşittir. Bir başka benzetme yapacak olursak, bu bilgi 500’er sayfalık 900 ciltlik bir ansiklopedi serisini dolduracak kadar fazladır. Her gün, 24 saat boyunca, hiç durmadan, her saniyede insanın gen bilgilerinden bir tanesi okunacak olsa, bu işlemin tamamlanması için 100 yıl geçmesi gerekmektedir. DNA’daki bilginin kitap haline getirildiğini varsaydığımızda ise, bu kitapları üst üste koyduğumuz takdirde, kitapların yüksekliği 70 metreye erişecektir. Daha da etkileyici olanı ise, tüm bu bilgilerin milimetrenin yüzbinde biri kadar küçük bir yere paketlenerek sığdırılmış olmasıdır.
Bu kadar muazzam bir bilginin var olması, hem de bunun gözle görülmeyecek kadar küçük bir yere sığdırılması kesinlikle tesadüflerin ve başıboş olayların bir eseri olamaz. Bir insan bir mağaraya girdiğinde 50 sayfalık bir kitap bulsa, bu kitabın burada kendi başına tesadüfen oluşamayacağını ve bu kitabın mutlaka bir yazarının olduğunu bilir ve bu bilgisinden kesinlikle emin olur. DNA ise, 50 değil, 500 veya 5000 değil, 500’er sayfalık 900 cilt ansiklopediyi dolduracak kadar bilgiye sahiptir. Tüm bunlar Allah’ın yaratışının üstünlüğünü gösteren özelliklerdir.
Tüm canlılığı tesadüflerle açıklamaya çalışan evrim teorisi ise, DNA’nın nasıl ortaya çıktığı sorusu karşında çaresizdir.
Evrim Teorisini Tek Başına Yıkan Soru: Dna Nasıl Ortaya Çıktı?
Tüm canlılığı “tesadüf” cevabıyla açıklamaya kalkan evrim teorisi, DNA’da özenle ve kusursuzca kodlanmış bulunan olağanüstü bilginin kaynağını asla izah edememektedir.
Kaldı ki konu DNA zincirinin nasıl ortaya çıktığını sorusundan ibaret değildir. Çünkü DNA zinciri, içindeki olağanüstü bilgi kapasitesi ile birlikte var olsa bile, bu tek başına hiç bir şeye yaramaz. Canlılıktan söz edilebilmesi için, mutlaka bir de bu DNA zincirini okuyan, kopyalayan ve bu kopyalara göre proteinler üreten enzimlerin bulunması gerekir. (Enzimler hücrede belirli görevler üstlenmiş ve bunları bir robot titizliğinde yerine getiren büyük moleküllerdir.)
Yani canlılıktan söz edilmesi için, hem DNA adı verdiğimiz bilgi bankasının hem de bu bankadaki bilgileri okuyarak üretim yapacak makinaların var olması gerekmektedir.
İşin daha da ilginç yanı ise, DNA’yı okuyup ona göre üretim yapan enzimlerin kendilerinin de yine DNA’daki şifrelere göre üretilmeleridir! Yani hücrenin içinde öyle bir fabrika vardır ki, bu fabrika hem çok çeşitli ürünler üretmekte, hem de bir taraftan bu üretimi yapan robot ve makinaları da inşa etmektedir. Tek bir noktasında eksiklik olsa işe yaramayacak olan bu sistemin nasıl ortaya çıktığı sorusu, evrim teorisini tek başına yıkmaya yeterlidir.
Alman evrimci Douglas R. Hofstadter, bu soru karşısındaki çaresizliklerini şöyle itiraf etmektedir:
“Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (enzimler ve diğer moleküler yapılarla) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.” (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548)
Bir başka evrimci otorite, dünyaca ünlü moleküler biyolog Leslie Orgel, bu konuda biraz daha açık sözlü davranmaktadır:
“Son derece kompleks yapılara sahip olan enzimlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla İNSAN, YAŞAMIN KİMYASAL YOLLARLA ORTAYA ÇIKMASININ ASLA MÜMKÜN OLMADIĞI SONUCUNA VARMAK ZORUNDA KALMAKTADIR.” (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78)
“Hayatın kimyasal yollarla ortaya çıkması imkansız” demek, “hayatın kendi kendine oluşması imkansız” demektir. Bu gerçek, canlılığın bilinçli bir biçimde yaratıldığının açık bir ispatıdır. Ancak evrimciler açık delillerini gördükleri bu gerçeği, sırf ideolojik nedenlerle kabul etmezler. Sırf Allah’ın varlığını kabul etmemek için, imkansız olduğunu kendilerinin de bildiği saçma senaryolara inanırlar.
Evrim teorisinin geçersizliğini anlatan “Evolution: A Theory in Crisis” (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabın yazarı olan ünlü moleküler biyolog Prof. Michael Denton, Darwinistlerin bu akıl dışı inancını şöyle anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilime eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, İNSAN AKLINA YÖNELİK BİR SALDIRIDIR. AMA BİR DARWİNİST, BU DÜŞÜNCEYİ EN UFAK BİR ŞÜPHE BELİRTİSİ BİLE GÖSTERMEDEN KABUL EDER! (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 351)
Gerçekten de Darwinizm, akla tamamen aykırı, batıl bir inançtan başka bir şey değildir. Akıl sahibi olan her insan ise, ister DNA’ya isterse tabiatın başka her hangi bir yönüne baksın, o büyük gerçeğin kanıtlarını görür: İnsan ve tüm canlılar, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
Evrimcilerin “Evrim Mekanizması” Dedikleri Mutasyon, DNA’YI TAHRİP EDİYOR
Evrimciler DNA’nın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı konusuna kesinlikle bir açıklama getiremezlerken, DNA konusunda çıkmaza girdikleri önemli bir nokta daha vardır. Balıklar, sürüngenler, kuşlar, insanlar nasıl olup da, farklı DNA’lara, farklı bilgilere sahip olabilmişlerdir?
Evrim teorisi, bu soruya cevap olarak, DNA’daki bilgilerin zaman içinde gerçekleşen tesadüflerle arttığını ve çeşitlendiğini ileri sürerler. Sözünü ettikleri tesadüfler “mutasyon”lardır. Mutasyon DNA’da radyasyon ya da kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Bazen bir radyoaktif ışınım DNA zincirine isabet eder ve oradaki bir veya birkaç basamağı tahrip eder ya da yerini değiştirir. Evrimcilere göre, canlılar, tek bir DNA’nın bu mutasyonlar (yani kazalar) sonucunda farklılaşması ile bugünkü mükemmel hallerine ulaşmışlardır.
Bu iddianın akıl dışı olduğunu göstermek için, DNA’yı yine bir kitaba benzetelim. DNA’nın bir kitapta olduğu gibi yanyana dizilmiş harflerden oluştuğunu söylemiştik. Mutasyonlar, bu kitabın yazılımı sırasında meydana gelen harf hatalarına benzerler. İsterseniz bu konuda bir deney yapalım. Kalın bir dünya tarihi kitabının baştan sona bilgisayara yazılmasını isteyelim. Bu iş yapılırken de bir kaç kez dizgiye müdahale edelim ve dizgiyi yapan kişiye tuşlardan birine gözü kapalı ve rastgele basmasını söyleyelim. Bu şekilde yazılmış olan harf hatalı metni, bir başkasına verip yine aynı şeyi yaptıralım. Bu yöntemle, her seferinde metne rastgele birkaç harf hatası ekleyerek, kitabı birkaç bin kez baştan aşağı yazdıralım…
Acaba tarih kitabı bu yöntemle gelişir mi? Örneğin daha önce kitapta var olmayan “Eski Çin Tarihi” gibi bir bölüm oluşabilir mi?
Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Hatalı kopyalama işlemini ne kadar artırırsak, o kadar bozuk bir kitap elde ederiz.
Ama evrim teorisinin iddiası, “harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği” yönündedir. Evrime göre DNA’da meydana gelen mutasyonlar (hatalar) birikerek tesadüfen faydalı sonuçlara yol açmış, örneğin canlılara göz, kulak, kanat, el gibi kusursuz organları; düşünmek, öğrenmek, mantık yürütmek gibi şuur gerektiren özellikleri kazandırmıştır.
Kuşkusuz bu iddia, biraz önce söz ettiğimiz, bir dünya tarihi kitabına harf hatalarının birikmesi sonucu “Eski Çin Tarihi” bölümü eklenmesinden bile daha akıldışıdır. (Kaldı ki doğada, hata yapan dizgici örneğinde olduğu gibi düzenli olarak mutasyonlar meydana getiren bir mekanizma yoktur. Doğadaki mutasyonlar bir kitabın yazımı sırasında meydana gelebilecek harf hatalarından çok daha nadir oluşurlar.)
Zaten bugün mutasyonların insan DNA’sı üzerinde tahribat oluşturduğu açıkça bilinmektedir. Dikkat edilirse, İnsan Genomu Projesi’nin açıklanmasıyla birlikte, insan genlerinde kalıtsal hastalıklar olduğu, bu hastalıkların gen mühendisliği ile tedavi edilebileceği belirtilmiştir. Bu genetik hastalıkların tek sebebi ise, Darwinistlerin “evrim mekanizması” dedikleri mutasyondur! Yani Darwinizm’e göre canlıları geliştirmesi gereken mutasyonlar, gerçekte başta çeşitli kanser türleri olmak üzere çok sayıda hastalığa sebep olmaktadır ve bu da bilimsel olarak ispatlanmıştır. Bu durum, Darwinistlerin “evrim mekanizması” sandıkları mutasyonların, sadece, kusursuz olarak yaratılmış olan insan genlerini zamanla bozduğunu, dejenere ettiğini göstermektedir.
Evrim teorisinin canlılığın kökeni hakkında getirmeye çalıştığı her türlü “açıklama” işte bu denli akıl ve bilim dışı iddialardır. Bu gerçeği kabul eden açık sözlü otoritelerden biri, Fransız Bilimler Akademisi’nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé’dir. Grassé de bir evimcidir, ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını savunmakta ve Darwinizm’in temelini oluşturan “tesadüf” mantığı hakkında şunları söylemektedir:
“Şanslı mutasyonların havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir havyan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.” (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 103)
Gerçekten de, cansız maddelerin kendi kendine bir araya gelip DNA gibi muhteşem sistemlere sahip canlıları oluşturduğunu iddia eden evrim teorisi, bilime ve akla tamamen aykırı olan bir hayalciliktir. Tüm bunlar bizi apaçık bir sonuca götürür. Yaşamın bir planı (DNA) olduğuna ve tüm canlılar bu plana göre yapıldıklarına göre, açıktır ki bu planı ortaya çıkaran üstün bir Yaratıcı vardır. Yani tüm canlılar, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah tarafından yaratılmışlardır. Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirmiştir:
O Allah ki, yaratandır, kusursuzca varedendir, şekil ve suret verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim’dir. (Haşr Suresi, 24)
İnsanların bugün teknolojinin imkanlarını kullanarak başardıkları ise, Allah’ın insan DNA’sında tecelli eden ilminden bir parçayı olsun anlayabilmek için çalışmaktan ibarettir.
İnsan Genomu Projesi Hakkında Darwınist-Materyalist Yanılgılar
İnsan Genomu Projesi’nde gelinen son noktanın açıklanması ile, Türkiye’de bazı yayın organları, evrim teorisinin içinde bulunduğu çıkmazın daha fazla ortaya çıkmaması için, yanıltıcı mesajlar yayınlamaya ve halkı yanlış bilgilendirmeye başladılar.
Darwinist-materyalist basının, en çok gündeme getirdiği ve farklı slogan ve başlıklarla ifade ettiği konu ise, gen haritasının keşfinin Allah’ın yarattığı kadere karşı gelinebileceğini gösterdiği iddiasıdır. Bu, ülkemizde belirli kesimlerce öne sürülen çok büyük bir yanılgı ve aldatmacadır. Son zamanlarda gazete sayfalarında yer alan ve televizyon programlarına kadar taşınan başlıklar, sinsice yapılan bir telkin görüntüsü vermektedir: “İnsan artık kaderine yenilmeyecek” gibi mesajların insanın gen haritası hakkındaki bilgilerle birlikte insanlara sunuluyor olması büyük bir hatadır. Çünkü, gerçekte, insanın gen haritasının çıkarılmasının, insanın kaderinin akışı ile kesinlikle bir bağlantısı yoktur.
Kaderin Akışı Değiştirilemez
Kader, Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah’ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiği konusunu, yani kader gerçeğini anlayamazlar. Oysa insanın henüz karşılaşmadığı bir olay kendisi açısından yaşanmamış bir olaydır. Allah ise zamana ve mekanı bağlı değildir; zaten zamanı ve mekanı yaratan Kendisi’dir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.
Her insan ve her olay için bu durum geçerlidir. Örneğin Allah her insanı belli bir ömür ile yaratmıştır ve her insanın ölüm anı Allah katında yer, zaman ve şekil olarak bellidir. Eğer gelecekte bir gün, bir insanın ömrü genlerine yapılan doğru müdahalelerle uzatılırsa, bu olay bu insanın kaderini yendiği anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: Allah bu insanı uzun bir ömürle yaratmıştır ve gen haritasının çıkartılmış olmasını bu insanın ömrünün uzun olmasına vesile etmiştir. Gen haritasının bulunması da, o insanın o dönemde yaşaması da, yine o insanın ömrünün tıbbi imkanlarla uzatılması da onun kaderindedir; tümü Allah katında daha o insan dünyaya gelmeden önce bellidir.
Aynı şekilde bu proje çerçevesinde yapılan buluşlar neticesinde ölümcül bir hastalığı tedavi edilen bir insan, yine kaderini değiştirmemiştir. Çünkü bu insanın kaderinde, bu hastalıktan bu projenin vesilesi ile kurtulmak vardır. Sonuçta, insanın gen haritasının çıkartılmış olması ve insanoğlunun genetik programa müdahalesinin olabilecek olması, Allah’ın yarattığı kadere karşı gelmek demek değildir. Aksine, bu şekilde insanlık Allah’ın kendileri için yarattığı gelişmeleri izlemekte, Allah’ın yarattığı bilgiyi keşfetmekte ve kullanmaktadır. Eğer bir insan bu bilimsel gelişmeler sayesinde 120 sene yaşarsa, bu Allah’ın onun için önceden takdir ettiği bir yaştır, onun için ömrü bu kadar uzun olur.
Kısacası “kaderimi yendim”, “kaderimi değiştirdim”, “kadere müdahale ettim” gibi ifadeler, kader gerçeğini bilmemenin getirdiği cehaletten kaynaklanmaktadır. Ve bir insanın bu ifadeleri kullanması da onun kaderinde önceden belirlenmiş; bu cümleyi nerede, ne zaman, hangi şartlar altında kullanacağı dahi Allah katında tesbit edilmiştir.
İnsanı veya Herhangi Bir Canlıyı Kopyalamak Onu Yaratmak Değildir
Bazı yayın organlarında ise, genetik biliminin ilerlemesi ile insanın da kopyalanabileceği ve böylece insanın insan yaratabileceği ileri sürülmüştür. Bu da son derece çarpık ve gerçeklerden uzak bir mantıktır. Çünkü yaratmak, bir şeyi yoktan var etmektir ve bu fiil sadece Allah’a mahsustur. Genetik bilginin kopyalanmasıyla, bir canlının aynısından oluşturulması ise bu canlının yaratılması manasına gelmez. Çünkü, insan veya başka bir canlı kopyalanırken, bir canlının hücreleri alınmakta ve kopyalanmaktadır. Ancak hiç bir zaman, cansız maddeden bir tek canlı hücre oluşturulamamış, bunun yakınına bile yaklaşılamamıştır. Bu konuda yapılan çalışmalar sonuçsuz kaldığı ve kalacağı da belli olduğu için durdurulmuştur.
Sonuç olarak, insanın genetik yapısının keşfedilmesi insanın kaderine karşı gelişini gösteren bir olay değildir, olamaz da. Her olay, her konuşma ve her gelişme, Allah katında çok önceden belli bir kader üzerinde belirlenmiştir. Buna bilimsel gelişmeler ve bu gelişmelerin insan hayatına getireceği yenilikler de dahildir. Allah herşeyden haberdar olan ve herşeyi bilgisiyle sarıp kuşatandır. Küçük büyük her türlü olayın, Allah’ınbilgisi dahilinde gerçekleştiği gerçeği ise Kuran’da şöyle haber verilir:
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61).