Maddenin Ötesindeki Bilinç ve Mekanizmin Çöküşü
Materyalist felsefenin yayılmasından önce, bilim dünyası, Allah’ın evreni ve içindeki varlıkları yoktan yarattığını ve her an kudreti altında bulundurduğunu kabul ediyordu. Materyalizm ise ilk önce Allah’ın doğa üzerindeki daimi egemenliğini reddetti. “Mekanizm” olarak bilinen görüş, evrendeki ve doğadaki tüm sistemlerin kendi kendine işleyen birer makine gibi olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Mekanizmin 18. yüzyıldaki önde gelen temsilcilerinden biri de Fransız Pierre Simon de Laplace’tır. Laplace, Güneş Sistemi’nin hareketini yer çekimi kanunlarıyla açıklamış ve teorisini sorgulayan İmparator Napoleon’a verdiği cevapta, büyük bir yanılgıya düşerek, evrenin işleyişinin Allah’ın kontrolünde olduğunu inkar etmişti.
… Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiç bir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3) |
19. yüzyılda ise bu yanılgılar daha da büyüdü: Evrenin ve canlıların sadece işleyişinin değil, kökeninin de salt doğa yasaları ile açıklanabileceği yalanı yaygınlaştı. Yani Allah’ın evren ve doğa üzerindeki hakimiyeti reddedildiği gibi, ilk yaratılış da reddedildi. Bu reddedişin öncüsü ise, ortaya attığı evrim teorisi ile canlıların doğa kanunlarının ve rastlantıların eseri olduklarını ileri süren Charles Darwin’di. 19. yüzyılda bir yandan da evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve salt doğa kanunları ve rastlantılarla işlediğini savunan “sonsuz evren modeli” hakim oldu. 20. yüzyıla gelindiğinde, materyalistler herşeyi kendi teorilerine göre açıkladıklarını sanıyorlardı.
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 191) |
Oysa 20. yüzyıl hiç ummadıkları biçimde gelişti. Birbiri ardına gelen bilimsel bulgular, hem astrofizik hem de biyoloji alanlarında, evrenin ve canlıların yaratıldığını ispatladı. Bir yandan Darwinizm’in tezleri bir bir çökerken, diğer yandan da evrenin yoktan yaratıldığını gösteren Big Bang teorisi ve maddesel dünyada büyük bir düzen ve “hassas ayar” (fine tuning) bulunduğunu gösteren bulgular, materyalizm iddialarının asılsızlığını bir kez daha gösterdi.
Günümüzde, materyalizmin ve onun sözde bilimsel dayanağı olan Darwinizm’in geçersizliği, bilimsel olarak ortaya konmuş durumdadır. Bilimsel yayınların başlıkları da, evreni Allah’ın yarattığı gerçeğini yansıtmaktadır: Fred Hoyle, The Intelligent Universe (Akıllı Evren); “Science Finds God” (Bilim Allah’ı Buluyor), Newsweek; “Evolution is Dead” (Evrim Öldü), New Scientist… |
Söz konusu iki önemli konu, yani Darwinizm’in bilimsel çöküşü ile evrenin yoktan yaratılışı ve” hassas ayarı”, son 20-30 yıl içinde pek çok bilim adamı veya bilim yazarı tarafından gündeme getirildi.
1970’li yıllarda doğan “İnsani İlke” (Anthropic Principle) kavramını gündeme getiren fizikçiler ve astronomlar, evrenin bir rastlantılar yığını olmadığını, aksine her detayda insan yaşamını gözeten olağanüstü bir tasarım ve ayarlama bulunduğunu gösterdiler. Bu konuları daha önceki çalışmalarımızda biz de detaylı olarak incelemiştik. (Bkz. Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, Araştırma Yayıncılık; Harun Yahya, Mucizeler Zinciri, Araştırma Yayıncılık)
Tüm bunlar, evrenin ve canlıların kökeni ile ilgili konulardır. Yani 19. yüzyıla egemen olan Darwinizm’e veya “sonsuz evren modeli”ne yönelik birer reddiyedir. Evrenin ve canlıların işleyişi konusundaki materyalist görüşe, yani “mekanizm”e karşı reddiye ise henüz bu denli açık bir şekilde ortaya konmamıştır.
Oysa bilimsel bulgular, bu reddiyeyi mümkün ve hatta gerekli kılan çok önemli sonuçlar ortaya koymaktadır. Evrenin ve canlıların sadece kökeninin değil, işleyişinin de materyalist bir mantıkla açıklanmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Moleküler Biyolojinin Gösterdikleri
DNA’nın kompleks yapısı, içerdiği hayati ve yüksek kapasitedeki bilgiyle, canlılığın oluşumunu tesadüflerle açıklamak isteyenleri, çaresizliğe sürüklemektedir. |
20. yüzyılda evrim teorisine yönelik en büyük darbe moleküler biyolojiden geldi. Bilim adamlarının göre, canlılığın en temel birimi olan hücre, “indirgenemez kompleks” yapıdaki moleküler makinelerle doluydu. Bu makinelerin kökenini Darwinizm’in kör mekanizmalarıyla yani doğal seleksiyon ve mutasyonla açıklamak ise imkansızdı.
Moleküler biyolojinin, Darwinizm’in iddialarını çürüttüğü günümüzde bilinmekte ve teoriyi sorgulayan pek çok moleküler biyolog tarafından da kapsamlı olarak açıklanmaktadır. Ancak çoğu kez gözlerden kaçan bir nokta, hücre içindeki “moleküler makinelerin” ve diğer olağanüstülüklerin, sadece kökenlerinin değil aynı zamanda işleyişlerinin de rastlantılar ve doğa kanunları ile açıklanamaz oluşudur.
Ne demek istediğimizi bir örnekle açıklayalım. Hücrenin bilgi bankası olan DNA’yı düşünelim. DNA her hücrenin sahip olduğu çok uzun bir molekül zinciridir ve bu zincir üzerinde, o hücrenin -ve hücrenin ait olduğu organizmanın- tüm fiziksel ve kimyasal yapısının bilgisi şifrelenmiş durumdadır. Ancak hücrenin içinde böyle bir bilgi bankası bulunması tek başına bir şey ifade etmez. Bu bilgi bankasının kullanılması da çok önemlidir. Yani içindeki bilgilerin gerektiği şekilde okunması ve elde edilen bilgiye göre üretim yapılması gerekmektedir.
Hücrede görev yapan ve adına “enzim” denen moleküler makinelerin bir kısmı bununla görevlendirilmiştir. Bunlar, ihtiyaç duyulan proteinlerin üretilmesi için gerekli bilgiyi DNA’nın uzun zinciri üzerinde “bulur” ve sonra da bunu “okuyabilmek” için helezonik şekilde bir merdiven olan DNA’yı açıp ikiye ayırırlar. DNA’nın gerekli bölgesindeki bilginin bir kopyasını çıkarır, bu sırada gerekli olmayan kısımları atlayabilmek için DNA’yı bükerler. Tüm bu okuma bittiğinde ise, DNA’yı yeniden kapatıp eski haline getirirler. Tüm bu olağanüstü işlemleri, saniyenin binde biri gibi şaşırtıcı bir hızla yaparlar. Vücudunuzdaki her hücrede saniyede ortalama iki bin yeni protein üretilmektedir.1
Enzimlerin yaptıkları bu işler -ki DNA kopyalanması onların çok sayıdaki görevinden sadece birisidir- gerçekten çok şaşırtıcıdır. Ama bunları gözlemleyen moleküler biyologların çoğu, şaşırmamaya alışmışlardır. Dolayısıyla enzimlerin böylesine karmaşık işleri nasıl başardığını onlara soracak olursanız, büyük olasılıkla “hücrenin içindeki kimyasal reaksiyonlar, fiziksel etkiler bunu gerektiriyor” diyeceklerdir. Bu iddiaya göre, sodyum ve klorürün yan yana geldiklerinde birleşip sodyum klorür (tuz) haline gelmeleri nasıl doğal bir şeyse, yani kimyasal etkileşimden ibaretse, enzimlerin işleri de kimyasal etkileşimden ibarettir.
1. Hücrenin içi 2. Yağlar 3. Protein molekülü 4. Karbonhidrat bağları 5. Hücrenin dışı Hücre zarını oluşturan moleküller ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış olmalarına rağmen, potasyumu, sodyumu, glikozu, suyu vs. molekül yapılarından tanıyabilecek üstün bir yeteneğe sahiptirler. Hücrenin içine hangi maddenin, ne kadar alınacağına ya da dışarı atılacağına buna göre karar verirler. Süzdükleri hiçbir madde rastgele seçilmez. Eğer hücre içine giriş-çıkışlar tesadüfen yapılıyor olsaydı, bu şuursuz maddeler doğru molekülü bulana kadar bedenimizin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Ancak hücre zarını oluşturan moleküller kendilerini yaratan Allah’ın ilhamıyla hareket eder ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler. |
Oysa bu cevap yanlıştır. Çünkü hücrenin içindeki işlemlerin önemli bir bölümü, kimyasal veya fiziksel etkilerden kaynaklanmayan, “bilinçli” hareketlerdir. Bunu en iyi ortaya koyan örneklerin bir kısmı da, hücrenin çekirdeğinde değil -bu kitabın konusu olan- zarında ortaya çıkar. Hücre zarı, içeride neye ihtiyaç duyulduğunu adeta “bilir” ve hücre dışındaki materyalleri bu ihtiyaca göre kabul veya reddeder. Buradaki olağanüstülüğü fark edenlerden biri, İsrailli biyofikizçi Gerald Schroeder’dir. Dünyanın en önde gelen birkaç üniversitesinden biri olan MIT’de (Massachussetts Institute of Technology) fizik eğitimi görmüş, uzun yıllar biyoloji çalışmış, bilimsel makaleleri pek çok bilim dergisinde yayınlanmış, nükleer çalışmalarda rol almış olan Schroeder şöyle yazar:
Hücreye giriş-çıkışlar, ileri teknolojiyle donanmış güvenlik sistemlerinden çok daha hassas denetimler sonucu gerçekleşir. Hücre zarı hücre içine aldığı ve hücre dışına bıraktığı maddelerin geçişini -cinsine, fayda ve zararına, miktarına, büyüklüğüne vs. göre- kusursuz bir titizlikle ayarlar. Öyle ki bugün bilim adamları, hücre zarının bu seçici-geçirgen özelliğinden hayranlıkla söz etmektedirler. |
Her bir hücrenin girişi, kötü maddeleri dışarıda bırakıp, iyi maddeleri içeri alan ve dışarı çıkarılması gereken şeyleri, yani atık ürünleri ve imal edilen yararlı şeyleri dışarı çıkartan bir zar tarafından tutulmaktadır. Ama neyin içeri girip, neyin dışarı çıkacağını kim ya da ne belirlemektedir?
Hücreye girişi sağlayan çok sayıdaki kapı, ancak açılmaları ve içeri girişe izin vermeleri gerektiğine dair sinyal aldıkları zaman bunu yaparlar. Bu kapılardan bazıları zar üzerindeki gerilim farklılıklarındaki hafif değişimlere göre açılmakta ve kapanmaktadır. Bazıları da moleküler bir anahtar gelip bunların kilidini çözünce açılmakta ve böylece başka bir molekülün içeri girmesi sağlanmaktadır. Eğer protein üretiminde ihtiyaç duyulan yapı taşlarının inşa edilmesine dair bir çağrı varsa bu işaret içerden gelir; bir sinir hücresinin yanındaki bir hücreyi harekete geçirmesi gerekiyorsa gerekli işaret dışarıdan gelir. Bir zar kapısının açılması işaretinin verilmesi, çok sayıda eylemin biraraya gelmesiyle oluşur… Ama bu mesaj taşıyıcılar bu aklı nereden edinmektedirler? Biyolojideki temel yapıtaşları olan karbon, nitrojen, oksijen, hidrojen, sülfür ve fosforun ne zamandan beri kendilerine ait bir düşünceleri var…’Bunlar sadece, molekülleri meydana getirmek için biraraya gelmiş atomlardır. Peki bu atomlar kapı bekçileri olma cesaretini kendilerinde nasıl bulabiliyorlar? 2
Darwinistler, hücrenin tesadüf eseri kendiliğinden oluşabileceği iddiasıyla ortaya çıktılar. Ancak hücrenin yapısı öylesine komplekstir ki, tesadüfen oluşmak bir yana, tüm çabalarına ve gelişmiş imkanlarına rağmen, hücre benzeri bir yapıyı taklit dahi edemezler. Yaptıkları çalışmalarla -beklentilerinin tersine-hücredeki yaratılışı gözler önüne sererler. |
Schroeder, bu önemli noktalara değindikten sonra, kendisinin de geçtiği materyalist temelli eğitimin yanıldığı noktayı şöyle açıklar:
Hücre zarının tasarımı keskin bir zekanın ürünüdür… Bana bütün bunları doğanın yaptığı öğretilmişti. Ama bu “kendi işini gören doğa” mantığında ciddi bir sorun var… suyun bulunduğu ortamlarda bunlar (hücre zarını oluşturan lipitler ve fosfolipitler) tabakalar ve hatta küreler oluşturmak üzere biraraya gelebilirler. Ama bir küre ile bir hücreyi birbirinden ayıran temel bir şey vardır: Bu bilgi hücre zarında kontrollü geçişi sağlayan kapıları oluşturmak için gerekli olan, protein ve moleküllerin izlediği plandır.3
Görüldüğü gibi Schroeder, 18. yüzyıldan bu yana bilim dünyasına egemen olan “kendi işini gören doğa” mantığını hatalı bulmaktadır. Ve Schroeder, hücre zarının salt doğa kanunları ile çalıştığı ve işlediği iddiasının -ki materyalist bilimin kesin bir dogmasıdır bu- yanlış olduğunu savunmaktadır.
Schroeder’in bu konuda sunduğu açıklama ise, yaşamı oluşturan moleküllerin “bilinçli” davrandıklarıdır:
Atomdan insana, her tanecik, her oluşum, içerisinde bilgi ve bilinçli akıl taşımaktadır… Benim bu kitapta yüzleşeceğim bilmece şu olacak: Bu bilinç nerede ortaya çıkar? Bütün maddeleri meydana getiren temel parçacıklar arası etkileşimleri yöneten doğa yasaları buna dair hiçbir ipucu sunmaz.4
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ayrım vardır: Maddenin içinde bir bilinç gözlemlenmektedir, ancak bu bilincin maddenin kendisinden kaynaklanması mümkün değildir. Bunu en açık olarak canlı ve cansız maddeleri karşılaştırarak görebiliriz. Canlı maddede, örneğin bir hücrede açıkça bilinç sergilenirken, cansız maddede aynı bilinç yoktur. Oysa hücreyi oluşturan proteinler de, yolda ayağımıza gelen bir taşı oluşturan moleküller de atomların biraraya gelmeleri ile oluşur. Yani malzemeleri temelde aynıdır. Ama taştaki moleküllerde hiçbir bilinçli hareket gözlemlenmezken, hücredeki moleküllerde şaşırtıcı bir bilinç gözlemlenir. (Dahası doğadaki cansız maddelerin canlı organizmalara dönüşebileceği -ki bu evrim teorisinin iddiasıdır- hiçbir zaman gözlemlenmemiştir.) Gerald Schroeder de buna dikkat çeker ve organizmalardaki moleküllerde bilincin ortaya çıktığını vurgular:
Biyolojik bir hücreninki ile sodyum kloridin kimyası aynıdır, herşey için geçerli olan tek bir kurallar takımı vardır. Ama kuralları mekanik olarak takip eden sodyum kloridin aksine hayat, bir şekilde akla, bilgiye kavuşmuş ve bu sayede de etrafından enerji almayı, bu enerjinin özünü çıkarmayı ve bu enerjiyle de biyolojik hücrenin anlamlı kompleksliğini inşa edip korumayı başarmıştır… Karbon ve daha birkaç elementin birleşiminden meydana gelen bu düzenlemelerin bu kadar “zekice” davranmasına olanak tanıyan şeyin ne olduğu hala bir sırdır.5
Hücre içinde bilinç ve akıl gerektiren sayısız faaliyet gerçekleşir. Bu faaliyetleri elektron mikroskobu altında inceleyen bir bilim adamı, kendisini meydana getiren trilyonlarca hücrenin bu hayati faaliyetlerini ne takip eder, ne denetler ne de bunlarla ilgili bir talimat verir. | Maddesel dünyada ortaya çıkan bilinç, maddenin kendisine ait bir özellik değil, orada “sergilenen” bir özelliktir. Beynimizde algıları yorumlayan, kendisine gelen sinyalleri anlamlı hale getiren beyin hücrelerindeki bilinç de hücrelerin kendisine ait değildir. Hücrede sergilenen akıl ve bilinç bizlere Allah’ın varlığının sayısız delillerinden birini göstermektedir. |
Aslında burada bir sır değil, kesin bir gerçek vardır. Maddi dünyada ortaya çıkan bilinç, maddenin kendisine ait bir özellik değil, orada “sergilenen” bir özelliktir. Bunun anlamı ise şudur: Maddi dünyada ortaya çıkan kusursuz bilinç, Allah’ın varlığının delillerini bilimsel yönden göstermektedir. Bedenimizi oluşturan moleküller, Allah’ın ilhamı ile kendilerinden beklenemeyecek akıl gösterileri sergileyerek, aslında kendilerini yaratan Yüce Allah’ın sonsuz aklını bize bir kez daha göstermektedir.
Allah tüm evreni yoktan yaratmıştır ve yarattığı evreni, bu evrendeki canlı-cansız tüm varlıkları her an kontrolü altında tutmaktadır.
Rabbimiz’in bizlere yol gösterici olarak indirdiği Kuran’da, Allah’ın herşeyi sonsuz bilgisiyle kuşattığı şu şekilde bildirilmektedir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için-.” (Talak Suresi, 12)
“…O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur… “ (Hud Suresi, 56)
Evreni Kuşatan Bilinç Allah’a Aittir
İşte, bazı kanıtlarını bu kitapta da inceleyeceğimiz gibi, 18. ve 19. yüzyıllarda mekanizm ve diğer materyalist anlayışlarla yola çıkan bilim dünyası, bu teoriler uğruna onca çabadan sonra, evrenin ve canlıların yoktan yaratıldığı ve her an kontrol altında tutuldukları gerçeğiyle karşı karşıya gelmiş durumdadır.
Tüm evren, Allah’ın sonsuz ilminin delillerinden oluşmaktadır. Bilim, doğanın detaylarını inceledikçe bu bilginin farklı yansımalarını ortaya çıkarmaktadır. Bu bilgiyi maddeye indirgemek (yani maddenin kendi ürünü veya özelliği gibi göstermek) için iki yüzyıldır yürütülen çaba başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Darwin, Laplace, Freud ya da Engels; tüm materyalistlerin yanılmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu kitapta bir hücrenin içinde yaşanan olayların, bundan 30-40 yıl önce hayal bile edilemeyecek kadar kompleks, planlı ve “akılcı” olduğunu inceleyeceğiz. Hiç unutmamamız gereken bir gerçek, sözünü edeceğimiz moleküllerin hiçbirinde, yaptıkları “akılcı” işleri planlayacak ve yürütecek bir akıl olmadığıdır. Ortada, bu moleküller üzerinde sergilenen benzersiz bir akıl vardır, ama bu aklın kaynağı maddenin kendisine ait değildir. Aynı üstün akıl, Big Bang’in ardından oluşan olağanüstü hassas dengelerde, dev yıldızların içindeki nükleer reaksiyonlarda veya elementlerin yaşam için en ideal olan yapılarında da ortaya çıkmaktadır. Schroeder’in dediği gibi, “tek bir bilinç, evrensel bir hikmet, evreni kuşatmış durumdadır”.6
Evreni kuşatan bu bilinç, Yüce Allah’ın sonsuz ilmi ve aklıdır. Bir Kuran ayetinde bildirildiği gibi:
Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. (Taha Suresi, 98)
Evrendeki her detay bir plan ve düzen dahilindedir. İsterseniz dev teleskoplarla evrendeki sistemleri, isterseniz elektron mikroskobuyla hücredeki kompleks faaliyetleri inceleyin, her yerde kusursuzluk, düzen ve ahenk hakimdir. Özel olarak yaratılmış olan tüm detaylar, her noktada açıkça Yüce Rabbimiz Allah’ın varlığını göstermektedir ve bizlere Rabbimiz’in sonsuz ilmini tanıtmaktadır. |
Dipnotlar
1. Gerald L. Schroeder, Tanrı’nın Saklı Yüzü, çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2003, s. 68.
2. Gerald L. Schroeder, Tanrı’nın Saklı Yüzü, çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2003, ss. 68-69.
3. Gerald L. Schroeder, Tanrı’nın Saklı Yüzü, çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2003, ss. 70-71.
4. Gerald L. Schroeder, Tanrı’nın Saklı Yüzü, çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2003, s. 11.
5. Gerald L. Schroeder, Tanrı’nın Saklı Yüzü, çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2003, s. 65.
6. Gerald Schroeder, The Hidden Face of God, Touchstone, New York, 2001, s. xi.